Günlerdir hem canımı sıkan olaylar hem de nefes aldıran anlar yaşıyorum. Birbiri ile iç içe. Birinin ardından diğeri, hemen arada bir başkası, ona eklenen bir diğeri… Her biri kendi duygusunu yaşatıyor. Üzülecek bir olay olduysa üzülüyor, ardından keyfimi yerine getiren bir anda kahkaha atıveriyorum. Duruma göre keder ya da sevinç gözyaşlarıyla akıveriyor içimdeki duygu. Asla birbirine bulaştırmıyorum bu duyguları. Her birinin ayrı ayrı hakkını veriyorum. Böyle olunca da kendi kendimi hiç bir ana saplanıp kalmış hissetmiyorum. Yaşam anlardan oluşuyordu; ben bir bir bunları topluyorum. Geldiği gibi; kabullenerek. Tek tek örnekler anlatasım yok. Yalnızca bakış açımı aktarmak istedim. İnsan bir tavır geliştiriyor ve kendisinde kalmasın, duyanlar arasında aklına yatan olursa bu tavrı benimsesin istiyor.
Bir tanecik örnek versem yeter. Kayınpederimi iki kez çok ağır enfeksiyonlar için hastaneye yatırmış olmanın 4 ay sonrasında yeniden yatış kararı verdim. Klinik tablo ağır olmasa da bir enfeksiyonu erken yakaladığımızın işaretlerini taşıyordu. Önceki bilgilerle birleştirince bu karar kaçınılmazdı. Uzun zamandır gitmeye hazırlandığım Amerika kongresinin hemen öncesinde, en yoğun olacağım haftaya denk gelmesi iki nedenle durumumu zorlaştırıyordu. Dediğim gibi çok yoğun çalışacağım bir haftaydı; bir süre olmayacağım için hastalarımı geri çevirmek istemiyordum ama her birine gereken süreyi ayırınca matematik gerçekler beni çaresiz bırakıyordu. Bir de ayrılmam gereken zamanda hastam halen hastanede olacaktı. Bırakıp çok uzaklara gidecektim. An an çok bunaldığım ve kaygı duyduğum oldu. Hemen ardından normal çıkan sonuçlarla sevinip güvenle ve gözüm arkada kalmadan bırakabileceğim meslektaşlarım, iyi yetiştirdiğimizi gördüğüm asistanlarım olduğu için kendimi rahatlattım. Ailenin ne demek olduğunu bana yıllardır öğreten anne babam, şimdi ailemizin büyüğü olarak gördükleri kişi için gelip yakınında olmayı hiç düşünmeden uygulamaya soktular. Tek tek bir sürü olay ve an yaşandı; duygularını birbirine karıştırmadan yaşayıp geçtim. Şimdi kongrede için San Diego’dayım. Anıları, duyguları günlük havasında buraya kayıtlamak istiyorum.
Güzel bir yolculuktu. Zaman farkı nedeniyle dengem bozulsa da ayak uydurmaya çalışıyorum. Sabah erkenden uyandım ve hazırlanıp kahvaltıya gittim. İlk andan itibaren kendimi bir tiyatro sahnesinde gibi hissetmeye başladım. Ankara Devlet Tiyatro’sunun Denizli’de iki kez seyrettiğim “Tek kişilik şehir” oyunu aklımdan ve gözümün önünden gitmiyordu. Bu duruma önce ben şaşırdım. Nereden çıktı, dedim. Anlamaya, anlamlandırmaya çalıştım içimdeki bu duygunun kaynağını.
Çevreme bakınmaya koyuldum. Kocaman ve derinlikli bir mekan, çok düzenli ve az eşya içeren bir ortam. Tek düzeliği yalnızlığı çoğaltıyor sanki. Masalarda hep birer kişi. Sonra bir masada iki kişi oldular. Bir aile geldi az sonra; küçük bir bebek ile anne baba. Aralarında sohbet yok. Kendi kendime açıklama yapmaya koyuldum: Tamam burası bir otel. İnsanlar iş için geliyor genelde.Sabahın çok erken bir saati, uykudan tam çıkamamış olabilirler. Bak bana, yaşamda yalnız biri değilim; seven sevildiğini iliklerine dek hisseden bir insanım. Ama burada dışarıdan bakan biri beni de yalnız görecek. Oysa gerçeğim bu değil. Hatta tam tersi. Sonra durdum, içimde yükselen soruyu geri bastırdım: Öyle mi peki? Yok, yok, bütünüyle mekanın etkisi böyle bir duygu yaratan, bir de izlediğim o tiyatro oyunu. Nasıl da etkileyiciydi… Bir çok sahnesi halen çok canlı belleğimde. Oysa ben izlediği filmleri, oyunları unutuveren bir insanım.
Yanımdaki masada geçen bir diyaloğa kulak verdim. Yok, sadece kulak vermedim, bildiğiniz gözlerimi dikerek sahneyi ilgi ile izledim. Masaları temizlemekle görevli, orta yaşın biraz üzerinde, Uzak Doğu’da bir yerlere köklerinin uzandığını yüzünden görebildiğim göçmen bir kadın garson, genç, beyaz, Amerikalı olduğunu tahmin ettiğim ve aksanından hemen hemen ikna olduğum erkeğe boşalan tabağı almak için yaklaştı. “Günaydın, kahvaltınız nasıldı?” dedi. Erkek yanıtladı: Everything was amazing…” Gerçekten şaşılacak derecede güzel bulduğunun mimikleri ile bunu söylemişti. Şimdiiii… Masadaki tabağa baktım; çırpılıp pişirilmiş, biraz yeşillik içeren yumurtadan geri kalanlar ve sürme peynir kabı vardı. Meyve tabağı yanında boş duruyordu. Az önce yerken gözüm takılmış ve görmüştüm bir dilim de yumurtalı ekmek yediğini (annem yapınca öyle derdik; burada French tost olmuş adı). Aynılarını ben de az önce yedim. Alışılmışın üzerinde bir lezzet yoktu. Güzeldi, severek yemiştim ben de ama şaşırtıcı derecede değillerdi. Kadın tabakları ve karton bardağı tepsiye yerleştirip alırken “Konuğumuz olduğunuz için çok mutluyum” dedi. Evet, birinci tekil şahıs eki ile, kendi adına söyledi bunları. Nasıl güzel bir söylem, değil mi? Durun hemen güzel demeyin. Bu sabah ters tarafımdan mı kalktım nedir? Bana yaranılmıyor. Sanırım kadının söylerkenki ses tonundan, sözcüklerin kesik kesik oluşundan, erkeğin abartılı coşkusundan kaynaklanıyor bu “doğal olmama” sezgisi ve işkillenme halim. Kendime şaşırdım ve sizin yerinize de kızdım merak etmeyin. Çevrende olmasını hep dilediğin birbirine saygılı ve sevgili insan hallerini başka bir memlekette görünce kıskanırsın işte böyle, dedim. Ekledim: Bırak onlar bu güzelliğin keyfini sürsün.. Yok, olmuyor. İnsanların uzak ve yalnız olduğu ile ilgili hissim geçmiyor, tek kişilik şehir oyununun sahneleri aklımdan çıkmıyor. Böyle abartılı beğeni, kalıp şeklindeki kibarlık… Az sonra bana aynıları söyleniverince… Yanıt olarak ben yalnızca teşekkür ettim, iyiydi, dedim.
Odama geldiğimde telefonda bir mesaj olduğuna ilişkin kırmızı ışık yanıp sönüyordu. Dinlemek için yönlendirmeleri yerine getirdim. Yine kesik kesik, tek düze ama kibar ses günaydın diyor, iyi uyuduğumu umduğunu söylüyor, yatağı rahat bulduysam mutlu olacağını belirtiyor, bir ihtiyacım olursa teklifler için konuk ilişkileri bölümüne ulaşmamı rica ediyor… Bana yaranılmıyor gerçekten. Neredeyse sinirleneceğim. Giyindim. Saçlarımı iki yandan örgü yaptım. Çok uzun zamandır yapmamıştım. Belki on yıllar oldu. Daha mı fazla? Ellerim kendi kendine yapıverdi. Yanımda iki ayrı renk saç tokası varmış. Ne gam… Ayrı olsun renkleri, takıverdim örgülerimin uçlarına. Aynada kendime baktım. Beğendim. Gülümsedim. Kızılderili kızı gibi oldum, dedim. Gülen Ay koydum adımı. Durdum. Kızılderili kızı mı, dedim? Düşündüm.
Hazırım. Liseden arkadaşım Osman gelecek beni almaya. Bu sabah, toplantı öncesi onunla zaman geçireceğim. Gezdirecek. O burada yaşıyormuş. Lise mezuniyetinden beri hiç görüşmedik. Yakın zamanda haberini aldım. Lise grubumuzda yazışırken kısa süre içinde onun yaşadığı bu uzak şehre gelecek olmamın güzel bir rastlantı olduğunu düşündük. Buluşmaya karar verdik. Evet, birazdan gelip beni alacak. Alsın, artık tek kişilik olmasın bu şehir. Eski dostlar, arada hiç görüşülmese de hep sıcacık. Çıkar ilişkisinin girmediği yaşların dostlukları olduğundan belki. Ta liseden, diyorum. O zaman da saçımı iki yandan örerdim. Bir vesikalık fotoğrafım bile var. Yoksa ondan mı ellerim bilinçsizce… Olabilir. Bir de Gülen Ay var tabii.
Osman soracak, ne yapmak istersin diye. Sohbet edelim, diyeceğimi bir de şehrinin en sevdiğin yerlerini göster bana. Oraların anılarından söz et. Duygusundan, içtenlikli anlarından… Yok, Midway’e gitmeyelim. O, savaş gemisi. Hani, 6. filo ile İstanbul’a da gelmiş. Şimdilerde müzeymiş. Gezmem onu. Kim gezmişse gezmiş. Ben istemem. Hemen şuracıkta demirlemiş uzun zamandır. Yok, eksik olsun. Savaş gemisi o. Olmaz olsun. Biz deniz kenarında yürüyelim. Denize bakalım uzun uzun. Denizi hissedelim. Denizi sevelim. Hem, bugün 19 Mayıs. Gençliğimize gidelim. Görüşmediğimiz zamanlarda neler yaptığımızı anlatalım birbirimize. Geçmişi anarken anı yakalayalım, ta içinde olalım.
Bir de… Bol bol kahkaha atalım…
Çook sevdim yenilerini dört gözle bekliyorum , bir de abone olabilsem süper olacak ?
Sevgili Göksel,
Merhaba.
Öykünü (yoksa günceni mi demeliyim?) önce tek kişilik şehirde kendime okudum, sonra annene okudum. Doğal, katkısız oluşu hoşuma gitti; yaşamın girdaplarında sorunlarıyla baş etmenin yolunu arayanlara terapi önerisi gibi geldi. Tasvirlerin de mükemmel, şiirsel bir düzyazı gibi; şiire dönüştürse nasıl olur diye düşündüm. Annen, tasvirlerindeki didaktik (öğretici) cümleleri çok yerinde ve düşündürücü bulduğunu, hatta ana fikir olduğunu söyledi…
Düvertepeliler seninle gurur duyuyorlarmış, bilgin olsun.
Gözün arkada kalmadan bırakabildiğin meslektaşların ve iyi yetiştirdiğiniz asistanlarınız sayesinde kayınpederin gayet iyidir, merak etme…
Kahkahayı en çok hak edensin, Şair Feride Ömür,
<>
Diyor. Bu da benden sana olsun…
“19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı”nı kutluyoruz…
Sevgilerimizle…
Önceki yorumumda şiir neden çıkmamış? Şair Feride Ömür'ün güzel şiiri senin için: YİNE GÜL
Yıllarca süren aşkını atmış gibi birden
Güldükçe titretmelisin
Bir taşı bin kere yerinden
Tebessüm, meltem, fırtınayı bulmalısın onda
Her kahkaha sana bin hatıra bırakır sonunda
Gülerek haykırmalısın feleğin çirkin suratına
Çıkacaksın gülerek saadetin en yüce katına
Gül yine gül
Yine gül
Ömrünce dudağından tebessüm silinmesin
Ömrünce kahkahanın gerçek yüzü bilinmesin
Ömrünce seni her kahkaha ten gibi sarsın
Hep gülmelisin yoksa onu çok ararsın
Ömrünce bugün olduğu gibi gülsen
Ömrünce gülüp kahkahanın kadrini bilsen
Aldırma ne çıkar sanki kahkaha ile ölsen
Gül yine gül
Yine gül
Gülemeyenler utansın
Seni her tanıyan
Kahkahan ile ansın