Mezarıma gelme ve ağlama

Do not stand at my grave and weep,
I am not there, I do not sleep.
I am in a thousand winds that blow,
I am the softly falling snow.
I am the gentle showers of rain,
I am the fields of ripening grain.
I am in the morning hush,
I am in the graceful rush
of beautiful birds in circling flight,
I am the starshine of the night.
I am in the flowers that bloom,
I am in a quiet room.
I am in the birds that sing,
I am in each lovely thing.

Do not stand at my grave and cry,
I am not there. I do not die.**

Bugün hiç tanımadığım bir insanın cenazesi var. Hiç karşılaşmadığım, konuşmadığım, yüzünü görmediğim, sesini duymadığım, elini tutmadığım bir kadının… Dün öldü. Bu dünyadan ayrıldı.

Şiir 1932 yılında Mary Elizabeth Frye tarafından yazılmış. Kısa süre önce ölen Leonard Cohen’in 82 yaşında yazdığı şarkısı “You want it darker”’ı dinlerken videonun altına bırakılan yorumlardan birinde okudum. Şairi nin adı yazılmamıştı. Cohen’in bilmediğim bir şarkısı olabileceğini düşünüp arama motoruna ilk dizeyi yapıştırdım. Sonucunda beni şaşırtan ayrıntılarla karşılaştım. Şiirin şairi 1998’de bir gazete köşe yazarının araştırmasından sonra doğrulanmış.  Ne kadar uzun zaman, dedim önce; sonra da neyle karşılaştırınca diye sordum kendime.

Wikipedia’da Frye’ın onayladığı hali benim ilk karşılaştığımdan farklı. Onu buraya aldım.

Frye daha önce hiç şiir yazmamışken ilk bu şiir, öylesine kaleminden dökülüvermiş. Kendi deyimiyle “birden geliveren sözcükleri” kahverengi bir alışveriş torbasının üzerine yazmış. Çok özel bir an olmalı. Tetikleyen olay da biliniyor. Genç bir Yahudi Alman kadının, kendi yaşamını tehlikeye atmamak için hasta annesini görmeye Almanya’ya gidememesi üzerine “Asla mezarına gidip tek damla yaş akıtma şansı bulamayacağını” söylerken yansıttığı derin çaresizliğin etkisiyle yazmış. Şairi bu şiiri hiçbir yerde yayınlamamış, çevresine kendisi dağıtmış. Başka şiirler de yazmış daha sonra. Onlar ne derece ünlendi bilmiyorum, ama bu şiir cenazelerde en çok okunanlardan olmuş. Hatta 1995 yılında Ulusal Şiir Günü için BBC’nin Kitapkurdu isimli televizyon programının sonradan kitap olmak üzere topladığı ünlü şiirler havuzuna, adaylar arasında bile yer almıyorken en çok bilinen Amerikan şiiri olarak izleyicilerin önerileri ile girmiş. Times Dergisi 2004’te şiirin ulusal sınırları aşan ününden, dil, din, ırk ayrımı yapmadan yakınlarını kaybedenlerin duygularını yansıttığından söz etmiş.

Şiiri seslendirenler olmuş. Katherine Jenkins bunlardan en çok paylaşılanı. Ama ben en çok Angel Band’in yorumunu sevdim. Mairead Farrell’den de dinledim. Sonra bir dikkat ettim ki bu şarkının yalnızca ilk iki dizesi şiirle ortak. Gerisi İrlanda’nın  özgürlüğü ile ilgiliydi; bunu fark ettiğimde çok şaşırdım. Aslında coşkulu bir çağrısı olmasından anlamalıydım. Sonuç olarak şiiri birçok kez melodili dinledim. Sevdim.

Nereden nereye… Bir şarkı, bir şiir, çok şarkı; karmaşık bir sürü duygu… Evet, bugün hiç tanımadığım bir kadın öldü. Çok sevdiğim birinin çok sevdiği biri olarak biliyorum onu. Mezarına gider miyim bir gün; bilmiyorum. Gözyaşı akıtmak için mezarına gitmeyi beklemem gerekmedi.

Cohen, “I’m ready, my Lord!”** demiş son şarkısında. O hazır oluşun ne denli değerli olduğunu çok iyi biliyorum. Yıllardır hastalarım öğretti bana. Ben çok yakınlarımdan kimsenin ölümüne tanık olmadım. Olmak da istemiyorum; böyle uzağında kalmaya alıştıktan sonra. Ama yaşam ve ölüm değerlendirmesi yapmayı hastalarımdan öğreniyorum. “Buraya kadarmış, korkmuyorum” diyebiliyor bazıları. Onlara çok dikkatli bakıyorum; olanak buldukça konuşuyorum. Söylenmemiş söz, ertelenmiş düş, yaşanabilecekken vaz geçilmiş an bırakmamış oluyorlar. Bir de tırnaklarını yaşama geçirmeye çalışanlar var, gitmekte direnenler. Onlardan başka dersler çıkarıyorum.  Tam karşılarındaki yaşamı ıskalayanlar, son bir atış hakkı için neler vermeye hazırlar. Gidişin dinginliğini yakalayamıyorlar böyle olunca. Onlar için üzülüyorum.

Yanaklarımı kuruladım. Mezar taşını görmek için o kadar da hevesli değilim artık. Orada değil, biliyorum. Uyumuyor. Yaşamını dolu dolu geçiren, her ânın hakkını veren bütün insanlar gibi rüzgârın fısıltılarında, karda yansıyan parıltılarda, hayatın kaynağı güneş ışığında ve soğuğa hazırlayan sonbahar yağmurlarında varlığını sürdürüyor. Bir de dokunduğu insanlarda…Başka bir formda ama o güzel ruhuyla, yine dolu dolu.

İçimi yokladım. Hazır değilim. O zamana dek ne yapmam gerektiğini biliyorum.

*Şairinin onayladığı hali olarak Wikipedia’da yer alan şiirin çevirisi:

Mezarıma gelme ve gözyaşı akıtma,
Orada değilim, uyumuyorum.
Esen binlerce yeldeyim,
Yumuşacık düşen karım,
Kibarca ıslatan yağmurum,
Olgunlaşan başak tarlalarıyım,
Sabahın dinginliğindeyim,
Güzel kuşların zarif telaşındayım,
Gecedeki yıldız ışığıyım,
Açan çiçeklerdeyim,
Sessiz bir odadayım,
Şakıyan kuşlardayım,
Güzel olan ne varsa onun içindeyim.

Mezarıma gelme ve ağlama.
Orada değilim. Ben ölmedim.

**  “Hazırım, Tanrım!”

Tarih tekerrür

Hüsnü A. Göksel’in anısına (1919-2002)

“O sıralarda dünya tatlısı bir kızla birlikteydim. Bambaşkaydı. Bir Amerikalı ile evlendiğini duydum sonradan. Öleli epey zaman oluyor.” Bunları kendi kendine anlatıyor gibiydi. Yanında olduğumu birdenbire anımsamışçasına gözlerini gözlerime kaldırdı. Bir bulut mu geçti gözlerinden; bana mı öyle geldi? “Biliyor musun, benim bütün eski sevgililerim öldü…”  Ne diyeceğimi bilemedim. Böyle bir anda ne denebilir?

Kısa süreliğine içime döndüm. Bir şiir buldum. İçimden geçirdim:

 Bittiğinde yaşananlar

Yittiğinde yanımda bulunanlar

Gözüm ardlarında kaldığında

Ya da gözleri ardımda

Bir başlangıç daha var

Anılarla…

 Bu şiiri ben yazmıştım. Epeyce önce. Şimdi ne ki yaşamışlığım, o zaman ne olsun? Hele de onunkilerin yanında. İyi ki şiirimi sadece içimden geçirdim. Kendimi büyük laflar eden bir acemi gibi duydum. Onun yanında aynı duyguyla daha önce de irkildiğim olmuştu. Sevecen bakışlarıyla, yakınlığıyla beni rahatlatan da oydu. Çevresine dalga dalga yaydığı hoşgörüsüyle kendime kızgınlığımı anlamsızlaştırıyordu sanki. Bu zamanlarda “Kendine haksızlık etme!” dediğini duyar gibi oluyordum.

Son derece lüks, ünlü bir otelin İtalyan tarzında döşenmiş çay salonundaydık. Işıl ışıl ve şıktı. Rahat koltuklarda oturuyorduk. Masamıza gelmeden önce vitrinde sergilenenler arasından seçtiğimiz hafif tatlılarımız geldi. Ben de filtre kahve istedim. Birlikte bir yerlerde oturmak, yolda yürümek, konuşmak, anlattıklarını dinlemek çok hoşuma gidiyordu. Karşılaştığımız herkesle konuşuyordu, tek bir selam sözcüğü bile olsa. İnsanlarla iletişimi kesintisizdi. İnsanca, her zaman kibar, hep aynı derecede ilgili ve özenli… Yüzlerde ilk andaki şaşkınlığı izleyen gülümsemeleri gözledikçe onun yanındaki kişi olmaktan daha bir mutlu oluyordum. Bir zamanların “İstanbul Beyefendileri”nden söz edilir ve iç geçirilir ya; tam da öyleydi.

Onun yanındayken kırılıverecek gül fidanlığımın keyfini sürüyordum. Kot pantolonu, düz ayakkabıları, tepesinde toplayıverdiği saçlarıyla dağ tepe demeden gezmeyi seven ben,  bırakıyordum arabanın kapısı açılsın ve ben bindikten sonra kapatılsın. Bırakıyordum sandalyem tutulsun. Bilerek filtre kahve istemiştim. Özenle fincanımın doldurulmasını, süt isteyip istemediğimin sorulmasını ve sütün eklenişini keyif duyarak seyredecektim.

Uzun bir aradan sonra yeniden görüşmüştük ve birlikte geçireceğimiz saatler sınırlıydı. Onca işinin arasında bana bu kadarını bile ayırabildiğine sevinmiştim; çünkü onu özlemiştim. Şakıyordum. Yaşamımdaki yeniliklerden söz ediyordum. Benim için eskimiş olsa da ona daha önce anlatmadığımı anımsadığım bazı ayrıntıları ardı ardına sıralıyordum. Aynısını yapmasını istiyordum; suskunluk anlarını onun anlatıları da yok etsin. Öylesine özel bir insandı ki benim için dostça, babacanca tavırlarına minnet duyuyordum.

Henüz öğrenciyken katıldığım ilk bilimsel toplantının en önem verilen konuşmacısıydı. Topluluk önünde kalkıp konuşma yürekliliğini gösteremeyeceğim için, kahve molasında yanına gidip aklıma yatmayan bir konuyu ona sormam nedeniyle tanışmıştık. Sonra bir öykü kitabını okuyup çok beğendiğimi, ortak yönlerimizin olduğunu ona duyurmak için yazdığım mektubuma yanıt vermesiyle de bağlantımız sağlamlaştı. Bir dostluk yaşanabileceği aklımın ucundan geçmemişti ama bunu kazanmak için elimden geleni yaptığımı da inkâr edemem. Örnek aldığım, uzaktan uzağa izlediğim, ara sıra yaşama bakışımızda yakınlıklar bulduğumda mutlu olduğum insandı. Başarılı bir bilim ve sanat insanıydı. Küçük rastlantı kuşlarıyla karşısına dek gelmiştim. Beni dünyasına buyur ettiği için şanslıydım.

Zaman zaman bir araya gelebiliyorduk. Her keresinde yanıma eşsiz güzellikte anılar alarak ayrılıyordum.

Bu kez şiirden söz ediyorduk. Karşılıklı oturduğumuzda, görüşene dek neler yaptığımı anlatmamı istemişti. Dostlarımla bir topluluk oluşturduğumuzu söylemiştim. Şimdilik güzel konuşma hakkında yazılmış kitapları okuduğumuzu, vurgulu ve güzel şiir okuma çalışmaları yaptığımızı, olursa bir tiyatro oyunu sahnelemeyi deneyeceğimizi… Söz şiire buradan geldi. “Hangi şairin şiirleri?” diye sordu. Ayırmıyoruz, dedim. Benim seçimimi sormuş olabileceği sonradan aklıma geldi. Yaşamın ağır temposunda yürütmeye çalıştığımız bu etkinlikten konuşarak birazcık övgü toplamayı tasarlamıştım aslında. O ise bir anısını anlatmaya koyuldu; sorunun çağrıştırdığı bir anı. Akşamüzeri kahvelerimizi yudumlarken onu dinlemek çok güzeldi.

“Okuldayken, benim için çok değerli bir öğretmenim vardı. Fransa’da Gastroenteroloji uzmanlığını almış. Hatta Atatürk rahatsızlandığında da tedavisi için onu çağırmışlar. Sonradan bizim fakülteye ders vermek üzere gelmiş ve Fransa’ya geri dönmemiş. Doktor olarak da, insan olarak da olağanüstü iyi bir örnek idi. Derslerini hiç kaçırmadığım gibi polikliniğinde de gönüllü olarak çalışıyordum. Ona enikonu hayrandım.

 Fakülteyi bitirdiğimde İkinci Dünya Savaşı sıralarıydı. Askeri doktor olmuş, Trakya’da bir askeri birliğinin tek doktoru olarak atanmıştım. Her hafta sonu İstanbul’a geliyor, sivillerimi giyip arkadaşlarımla geziyordum. Bir gelişimde yolum, hocamızın köşküne düştü. O anda aklımdan geçirdim; artık bir çıkar ilişkimiz olmadığına göre gidip tanışmak istesem, ona hayranlığımı söylesem rahatsız olmazdı. Hem bunu bilmeye hakkı vardı. Kapıyı açan adama, doktor beyle görüşmek istediğimi iletmesini söyledim. Hastalarıyla görüşmeleri bitince beni içeri almasını söylemiş. Öylesine heyecanlanmıştım ki yerimde oturamıyor; işgüzarlığım için kendimi acımasızca azarlıyordum. Nereden çıkarmıştım bu görüşmeyi? Neredeyse her şeyi göze alıp oradan kaçma noktasındayken çağrıldığım haberi geldi.

Usulca kapıyı tıklatıp girdim. Başını uğraştığı işten kaldırıp yüzüme baktı, ayağa kalktı, elini uzatarak bana doğru yürüdü. İyice yaklaşmasını bekledim. El sıkıştık. Kendimi tanıttım. Anımsıyordu. Ders dinleyişimin, gönüllü poliklinik çalışmalarımın, sınavdaki başarımın farkındaymış. Şimdi ne yapıyormuşum? Niteliklerim göz önünde bulundurulduğunda, yaşamımı her doktorun rahatlıkla yapabileceği işlerle geçirme lüksüm olamazmış, beni bir kürsüden ders anlatırken görmeyi istermiş, unutmamalıymışım ki en affedilmeyecek davranış zamanın ve yeteneklerin çarçur edilmesiymiş.

O an için canımı sıktı. Sözlerini ukalaca buldum. Ben halimden memnundum. Hayranlığımı bildirip gidecekken başıma iş almıştım. Yaşam nasıl da rastlantıların önüne katarak sürüklüyor insanı… İyi ki başlangıçta, “Nereden çıktı şimdi bunlar?” deyip yapmaya çalıştığı yönlendirmelere gözümü kapatmamışım. Sonradan yaşananlara bakıyorum da, ilk karşılaşmamızda söyledikleri, daha sonra onunla birlikte geçirdiğim zamanlar, hafta sonlarında yaptığımız seminerler yaşamıma yön verdi. Seçtiğimiz yolun ne derece önemli olduğunu çoğunlukla geçen zaman ortaya koyuyor. Biliyor musun, ben çok şanslı bir insanım. Yaşamım boyunca her şey sanki gümüş bir tepsi içinde sunuldu. Bana yalnızca uzanıp almak kaldı.”

Burada durdu. Biraz dalgınlaştı; sanki zihni o günlerle, kendisine sunulan olanaklar, onları değerlendirme biçimi, sonuçları, belki de bunlar için ödediği bedeller, karşılığında aldığı ödüllerle uğraşıyordu. Ben de doktorluğa yeni başladığım o dönemde beni nelerin beklediğini düşünmeye koyulacaktım ki varlığımı birden anımsamış olarak yüzüme baktı, gülümsedi, çayla birlikte elmalı turta isteyelim mi, dedi ve siparişi verdikten sonra anlatmayı sürdürdü.

Hemen bir sonraki hafta sonu çalışmaya başlamışlar. Her defasında, -doğrudan söylemese de davranışlarıyla, yönlendirmeleriyle- yeni bir kavram, sağlam bir ilke aşıladığının farkına sonradan varmış. Artık meslektaşlık ve dostluk bağına dönüşen ilişkileri yanında baştaki öğreten-öğrenen rolleri çeşitli düzeylerde sürmüş. Hocası ve hocasının eşi, onu o kadar benimsemişler ki köşkte olmadıkları zamanlarda bile içeri girme, kitaplıktan yararlanma, mutfakta aşçıyla gevezelik ederken karnını doyurma hakkı varmış. Arkadaşlarıyla buluşmaya gitmeden önce yolunu mutlaka köşkten geçiriyormuş.

Bir söyleşileri sırasında söz şiire gelmiş. “Elbette şiirle ilgileniyorum, ama daha çok okuyarak,” demesi üzerine hocası “Hangi şairin şiirlerini?” diye sormuş Duraksamadan, Yahya Kemal, yanıtını vermiş. Bu yanıt, hocasını çok şaşırtmış. “Hüsnü bey evladım, onu bırakın. O bizim neslin şairi.”  Sonra bir süre de Yahya Kemal’in şiirlerini konuşmuşlar. Birkaçını ezberinden okumuş. Başka konulara geçip karşılıklı keyif aldıkları bir söyleşiyi daha sürdürmüşler.

Yine semtlerinden geçerken uğradığı bir akşamüstü yemeğe kalması önerilmiş. Hocasının eşi de eğer kalırsa çok sevineceğini söyleyince gidememiş. Mısır prensesi olan bu zarif ve sevecen kadını kıramazmış. Oysa o öğleden sonra Kuzguncuk iskelesi önünde bir randevusu varmış. O sıralarda dünya tatlısı bir kızla birlikteymiş. Bambaşkaymış. Bir Amerikalıyla evlendiğini duymuş sonradan. Öleli epey oluyormuş. Onun bütün eski sevgilileri ölmüş…  O akşam geç de olsa buluşmaya gidebilirim sanıyormuş ama olmamış. Dert etmemiş. Dünya tatlısının onu anlayışla karşılayacağından kuşkusu yokmuş.

Bir dalgınlık, ikimizin de kendi içine döndüğü bir an daha yaşandı. Tek bir ses çıkarmaya bile çekiniyordum. Öylesine güzel anlatıyordu ki hiç bitmesin, öyküsü romana, sonra da ciltler dolusu anlatıya dönüşsün istiyordum. Bu kez verilen mola, geçmişteki ilişkilerimizi düşünmemiz içindi sanki. En azından ben öyle yaptım. Kesildiği gibi yine birden bire başladı anlatı; hemen kendimi büyüsüne bıraktım.

“Yemeğe geçmek üzereyken kapı çalındı. Bir konuk beklediklerini söylememişlerdi. Gelenin kimliğini öğrenene dek huzurum kaçmıştı. Öğrendikten sonra kulaklarıma inanamadım. Yahya Kemal mi? Karşımdaydı. Gözlerime inanamadım. Tanıştırıldık; delikanlı sizin şiirlerinizin hemen hepsini biliyor, dendi. Yahya Kemal, bir şiirini okumamı istedi. Ben okurken gözlerini kapatıp dinledi. Şiir bitmişti ki “İyi ama benim istediğim gibi değil; dilerseniz size Yahya Kemal şiirini okumayı öğretebilirim.” dedi. Heyecandan boğazım kurudu, yanıt veremedim, sanırım gözlerimdeki minnet elle tutulabilecek denli somutlaşmıştı ki kimse yanıt beklemedi. Yemek masasına oturduk.

Gecenin sonunda nasıl buluşacağımızı kesin olarak kararlaştıramamıştık. Yoğun çalışmalar ve arkadaş buluşmaları ile geçip giden hafta sonlarımda, Yahya Kemal ile yeniden görüşmeye sözleştiğimiz aklımdan çıkmıştı. Doğrusu, gel şiirlerimi nasıl okuman gerektiğini sana öğreteyim dediğinde ciddi olmadığını sanmıştım. Hocama, şiir derslerine neden gitmediğimi sorduğunu öğrenince ne kadar ayıp ettiğimi fark ettim. İstanbul’a bir sonraki gelişimde ona uğramak istediğimi iletmelerini istedim. Kaldığı Park Otel’de onu görebileceğimi söylemiş.

Parasızdı. Park Otel’in sahibi şiirlerini sevdiği için ona bir oda vermişti. Hemen her hafta sonu orada buluşuyorduk. Onun istediği biçimde söyleyebilmem için çoğu zaman bir şiirin tek bir dizesini yineleyip duruyorduk: Büyük Itrî”ye eskiler derler… Gözlerini kapar, zevkle dinlerdi. Böylece sanırım ben, şiirlerini tam da Yahya Kemal’in istediği gibi okuyan tek kişi oldum. Bununla halen övünürüm.

Bir gün yanından ayrılıyordum ki “Bekleyin,” dedi, “ben de çıkacağım.” Yakası aşınmış, rengi kaçmış paltosunu tuttum, giymesine yardımcı oldum. Otelden birlikte çıktık. Beyoğlu’nda yan yana yürümeye başladık. İnanılmazdı; her zaman karşılaştığım, şakalaştığım tanıdıklardan biri bile karşıma çıkmadı. Yer yarılmıştı da içine girmişlerdi sanki. O öğleden sonra, Beyoğlu’nda, Yahya Kemal ile söyleşe söyleşe yürüdüğümü kimseler görmedi. Buna halen yanarım.”

Çayından son yudumu aldı. Arkasına yaslandı. Bir süre sanki o güzel günlerinin tadını belleğinde sürdürdü. Bir öğleden sonra, Beyoğlu’nda, Yahya Kemal ile söyleşe söyleşe yürüdüğünü insanların bilmesini sağlayacağıma içimden ona söz verdim.

 -Kuzguncuktaki o dünya tatlısı ile ne oldu?”

-Düşündüğüm gibi, neden buluşmaya gitmediğimi açıkladığımda anlayışla karşıladı. Öylesine yakındık onunla.

 Yine büyük büyük laflar etmemek, “Neden hep böylesi yakınlıklar erken çıkar karşımıza? Biz daha bağlar kurmaya alışmamışken.. Belki de geç kalırlar? Biz kıskıvrak bağlanmışken…” dememek için kendimi zor tuttum.

Otelin lobisini ve yemek salonunu da gezerek arabasının yanında gittik. Kapımı açarak ve dirseğimden hafifçe tutarak konuk koltuğuna oturmama yardım etti. Şoför tarafına dolaştı ve arabaya bindi. Bana doğru döndü. Gülümseyerek teşekkür ettim. İşyerinin otoparkına arabayı park etti. Dostlarımla buluşacağım yakındaki bir meydana kadar benimle yürüdü.

“Bir dahaki sefere siz geliyorsunuz, anlaştık mı? Sizi deniz kıyısındaki sığınağıma götürürüm. Biliyor musunuz, ben de çok şanslı bir insanım. Bu kez, siz bir gümüş tepside sunuluyorsunuz”  diyerek ona sarıldım.

Vedalaştık. Bir tek tanıdık görmedi…

 1994

Hüsnü Göksel kitapları

http://portakalgaste.blogspot.com.tr/2012/02/prof-dr-husnu-goksel-1919-2002.html

Kalem Kâğıtla Buluştukça

 

Yazmak bir yaşam biçimidir bence; onunla eşdeğerdir. Bu yüzden de tıpkı yaşam gibi, çocukluktan beri olmalı. Son nefese dek sürmeli. İlk kısmını gerçekleştirdim, son kısmı için ise kararlıyım.

İlkokul beşinci sınıfa tarihlenen bir öyküm duruyor. Yaş, dokuz ya da on (okula erken başlamışım ben). İki sayfalık ve daktiloda yazılmış. Olasılıkla anne ya da babam temize çekmiş. Başlığı var: “Bayramda”. Giriş, gelişme ve sonuç bölümleri yerinde. Kısa kısa ama olsun. Hangi ruh hali ile yazdım, bir yarışma için miydi; anımsamıyorum elbette. Saklamış olduğum için böyle bir yazımın varlığından haberdarım. Bu anıda altı çizilecek birkaç konu var. Ben yazmayı ciddiye almaya erken başlamışım. Usulüne uygun yapmayı öğrenmeye o daha o zamandan özen göstermişim.  Kaybolup gitmesine izin vermemekle ayrıca çok iyi yapmışım. Emeğime sahip çıkmayı belki böylece öğrenmişim. Annem ve babamın desteği en başından beri yanımdaymış. O yaştaki bir çocuğun yazdığı nedir ki, dememişler, benim gözümde de yapıtımın değerinin katlanmasını sağlamışlar.

Sonrası geldi. Öyle bir başlangıç yapınca durulur mu? Ortaokul birinci sınıfa başladığım gün kendime fazladan bir defter kapladım. Kompozisyon defterim, dedim. Kimse zorlamadan -istemeden bile- düzenli olarak kompozisyonlar yazacaktım. Bundan arkadaşlarıma söz etmemeye karar verdim. Ders olarak adı geçtiğinde bile tüylerinin diken diken olduğunu biliyordum. Beni anlamazlar, hatta yadırgarlardı. Çocukluk yaşları dışlanma korkusunun en yoğun olduğu dönemlerden biri. Ama o yaşımda bile, yazmanın benim gelişimime nasıl bir katkısı olacağını fark etmiş olmalıyım ki aksatmadım. Bazı atasözlerimizi açıklamışım, kendi kendime ödev vererek. Adem’in Kaburga Kemiği adlı tiyatro oyununu izlemişim ve hemen gelip defterime yazmışım. Teyzem konulu bir betimleme yazısı kaleme almışım. Aralara öyküler serpiştirmişim. Her bir yazının altına kırmızı kalem ile “YORUM” yazıp iki nokta üst üste koymuşum. Buraları annemin yorumlarına ayırmışım. O da üşenmeden yazmış, düzeltici, yüreklendirici, gurur duyduğunu gösteren yorumlarını. O defterim de olduğu gibi duruyor. Okudukça yüzüme kocaman bir gülümseme yerleştiriyor.

Kendime yazmak ilgili derslerde de başarılı olmamı sağladı. Edebiyat öğretmenlerim fark ettiler. Yüreklendirdiler. Kabul görmek de çocukluktan başlayarak ilerleyen yaşlar boyunca artan bir gereksinim. Doğru yaptığını düşünse bile insan, bunu karşılaştığı insanlardan da duymak istiyor. Bu konuda da şanslıymışım; geriye bakınca daha net görebiliyorum.

Lise yıllarında sayısal ağırlıklı bir eğitim aldığımda yazın serüvenim biraz sekteye uğradı. Yine de kompozisyon dersinin ödevlerini yaparken hızımı alamaz arkadaşlarımın adına da yazardım; ricalarını kıramayarak. Öğretmenimizin bu arkadaşlarımı sınıfta ayağa kaldırıp öykülerini okuttuklarını öğrendiğimde değişik bir gurur duyardım. Şiir yazmaya lise bittikten sonra başladım. İlk şiirimden itibaren küçük defterler halinde duruyorlar. O zaman on yedi yaşındaydım. Kızım aynı yaşta iken bu defteri beraber açtık baktık. Çok da güldük beraber. Öyle büyük laflar var ki bu şiirlerimde, genç yaşın etkisi olmalı. Olgunlaştıkça yumuşayacak anlatımlar… Umudun onarılmaz biçimde kırılmasından söz ediyor o genç kız, o zaman yaşadıklarımı tatlı bir heyecan olarak andığım o halim için nasıl da şefkat duyuyorum şimdi.

Yazmak bir etkinlikse yazdıklarına iyisi ile kötüsü ile sahip çıkmanın gerekliğini ayrıca vurgulamak istiyorum. Ben öyle yaptım ve yıllarla biriken yazılar önce öykü kitabı, sonra şiir kitabı, şimdi yine öykü kitabı oldular. Bir yandan da kişisel tarih kayıt altına alınmış oluyor. Şiir kitabımı, o şiirleri yazdığım yaştaki bir öğrencim okuduktan sonra şöyle bir yorum yaptı: “Tanıdığım en hayat dolu, en neşeli insansınız, ama kitap boyunca mutlu bir şiir bulamamak beni çok şaşırttı. Son şiire kadar, baharı anlattığı bir şiir bile olmaması olanaksız, diyerek okudum.” Bu ayna bana iyi geldi. Ona da aktardım düşündürdüklerini: “Hepsi bir dönem demek; bak geçiyormuş. Bugünkü beni yapanlar o algılarım, o yaşadıklarım. Hepsinden razıyım.” Öyleyim.

Çocukluktan beri yazmak beni yeni yayınlanan hasta öyküleri kitabıma eriştirdi.

“Kalbimiz Attıkça” hem bir öykü kitabı hem bir proje. Meslekte yirmi beş yılım doldu. Dile bile kolay gelmiyor. Öyle çok anı birikti ki hepsini anlatmaya kalksam günler yetmez. Gerçi ben bunu zamana yayarak yapıyorum. Hastalarımdan çok şey öğrendim, öğreniyorum. Yaşama ilişkin, sağlığa ve hastalığa, hatta ölümü beklemeye ilişkin. Hasta yakınlarımdan da keza. Bir tür kişisel gelişim okulu gibi oldu benim için. Kendime saklayamazdım.

Yıllar boyunca öğrencilerim, asistanlarım başta olmak üzere, ailem, arkadaşlarıma hep anlattım. Yeri geldi diye bir örnek olarak ya da bir öğüdün parçası olarak, bazen de yalnızca paylaşmazsam içime sığmayacak diye. İlgi çektiklerini, iyi geldiklerini gördüm. Anlatmayı sürdürdüm. Böylece unutmamayı başardım. Sonra bir gün zamanı geldiğini hissettim ve yazmaya oturdum. Öylesine ilginç bir dönemdi ki “her şeyin bir zamanı var” deyişini bire bir anlamamı sağladı.

En yoğun dönemde günlük işlerim birden azaldı, programım gevşedi, bir köşeye çekilip orada uzun zaman orada kalem ve kâğıdımla kalmaya olanağım oldu ve bu kitap dokuz günde yazıldı. Adını da buldum o zaman. Kendini Yazdıran Öyküler. Öylelerdi. Ama aklıma geldi ve aradım internetten. Sevgili Çağatay Güler’in bu adı daha önce kitabı için seçtiğini gördüm. İçim buruldu ama kendisi bilmese de sayın hocama ilişkin değerli bir anım geldi aklıma, nasıl önemli bir yol ayrımım olduğunu ve ona yüreğimden bir selam gönderdim; nereden geldiğini bilmese de almasını diledim.

Kitap için tohumu, ilk öykünün kahramanı attı. Ölümünden sonra annesinin bana getirerek emanet ettiği, “köy yerinde yok olup gidecek değerlenmesini sağla, doktor hanım,” dediği şiirler ve benim izlediğim sürece tanık olduğum yaşam kesitinin bana nasıl dokunduğunu gördüğüm, sunumla paylaştığım insanların nasıl etkilendiğini izlediğim için yazmam gerektiğine inandım. Tek öykü bir kitabı dolduramazdı, ama zaten benim benzer etkiye sahip çok özel hastalarım olmuştu.  Bazılarını gazete ya da dergi yazısında paylaştığım, çoğunu daha önce yazmadığım öyküler. Birleşiverdiler ve bu kitap ortaya çıktı.

Şimdi okurları ile buluşacak. Okuyanlar yaşam, sağlık, ölüm, hastalık, anlam konularını düşünecek ve ya yalnız olmadıklarını hissedecek ya da böylesi yaşam öyküleri de varmış diyecekler. Nereden mi biliyorum? Kendimde.

Kitabın arka kapağında da yazdığım gibi: Yazıldıkları için yok olmayacaklar; yazdığım için ben de…

 

kalbimiz-attikca-on-arka-kapak

 

http://www.toraks.org.tr/uploadFiles/book/file/1512201610406-061063-Kalem-Kagitla-bulusunca.pdf

 

Orada Bir Doktor Vardı Uzakta

 

Ben doktorum, bir doktor hanım… Tıp Fakültesinde öğretim üyesiyim. Koşturmacalardan sonra geriye bakıp neler yaşandı diye düşünmeye sıra geldi sonunda. Uzun bir süre önce başladı meslek serüvenim. O zamanlar doktorlar zorunlu göreve gidiyordu. Tıp Fakültesini bitirdiğimizde iki yıl pratisyen doktor olarak çalışmadan diplomamızı alamıyorduk. Uzmanlık sınavını kazanırsanız o zaman da uzman doktor olarak gidiyordunuz zorunlu göreve, yine iki yıl. Sonraları zorunluluk bir kalktı, bir kondu, söylentiler ortalıkta dolaştı. Son durumu bilmiyorum. Şimdiki konumum gereği beni birebir ilgilendirmediği için, algıda seçiciliğe uygun olarak aklımda tutmaya çalışmadım. Sanırım yeniden konmak üzere, yoksa kaldırılmak mı?

Tıp Fakültesinin son sınıfını bitirdiğimde iki arkadaşımla birlikte, Belçika’nın Gent kentine staja gitmiştik. Kendi isteğimiz, kendi olanaklarımızla. Üniversite hastanesinden istediğimiz bölümlerle yazıştık, kabullerimizi aldık, ayarlamaları yaptık ve bir ay geçirmek üzere yola çıktık. Yaşamımın dönüm noktalarındandır ama bu başka bir anlatı konusu. Yine de oradaki deneyimimden birkaç alıntı yapmazsam daha sonraki karşılaştırma yeterince gerçekçi olamaz.

Bir aylık süre boyunca genel cerrahi bölümünde staj yaptım. Ameliyatlardan birçoğunda seyirciydim beklediğim üzere, neredeyse bir o kadarında da ameliyat ekibine katılıp orta kıdem bir asistanın yapacağı düzeydeki sorumlulukları yerine getirdim düşlediğim üzere. Başarıp başaramayacağımı denedikleri kısa bir andan sonra kapıları ardına dek açıyorlardı önümde. Son aşama ayrılmamdan birkaç gün önceye denk geldi: Karaciğer nakli ameliyatının ekibine girip yirmi dakikası boyunca da doğrudan profesörün karşısındaki konumda damar anastomozuna katılmak. Kendime güvenimi, gururumu perçinleyen anlardandı.

Ayrılış zamanım yaklaştığında orada göreve devam etmem, altı ay Flamanca dil kursundan sonra sınavsız olarak genel cerrahi ihtisasına başlamam önerildi, önceleri maaş alınamayacakken daha sonra burs sağlayabileceklerini söylediler. Onurlandırıldığımı söyledim ve ekledim: Ben ülkemde çalışmak istiyorum. Koşulları anlatmadım, anlayamazlardı. Geri dönecektim, sınava çalışacaktım. Kazanana dek yeniden yeniden gireceğim sınavla boğuşacaktım. Sonunda da mutlaka çocuk cerrahı olacaktım.

İlk sınavla neye uğradığımı şaşırıp eğitim dönemimin ilk başarısızlığını tattım. Ailem ve ders notlarımın fotokopilerinden çalışarak sınıflarını geçenler de şaşırdılar. Çabuk toparladım. Hemen kuramı çekip zorunlu görevime başlayacaktım ve denemeyi sürdürecektim. Van, o bayan doktor kurasının en kötü yeriydi, raporlu bayan kurasını zaten hesaba katmıyorum. Evet, ağlayarak gittim, evet ilk günümde benimle gelen babama göstermeden de ağladım. Bu da başka bir öykü konusu ve ben onu “Dağların rengi” başlığı ile yazdım bir zamanlar (http://www.ttb.org.tr/STED/sted1000/14.html).

Van’da geçirdiğim yirmi bir ay, yaşamıma birçok olumluluk kattı, bir o kadar olumsuzlukla da benden aldı. Topluca deneyim olarak adlandırdığım başarılar, kaygılar, düş kırıklıkları, kendini geliştirmeler… Şimdi üzerinden geçen on üç yıldan sonra hep güzellikler aklımda, en sarsıcı olaylar bile kazanımlarımla geliyor gözümün önüne. O günleri özlüyorum sanırım ve belki de Marquez’in “Anlatmak için yaşamak”ta dile getirdiği gibi: Özlem her zaman yaptığı gibi kötü anılar silmiş, güzellerini devleştirmişti.

Sağlık ocağına yeni mezun bir doktor olarak gittiğimde sudan çıkmış balığa döndüm. Yanımda götürdüğüm steteskopum dışında hiçbir yardımcım yoktu. İnsanlara bu koşullarda nasıl yardımcı olabilirim diye düşünmek uykularımı kaçırıyordu. Her hasta hastaneye sevk edilmezdi ve ben hata yapmadan bu ayrımı nasıl yapacağımı kısa sürede öğrenmek zorundaydım. Cerrahi girişimlerde kendimi geliştirdiğim için bu yönde de bir şeyler yapmam gerekiyordu. Nasıl olabileceğini kimden sorabilirdim? Sahipsiz, rehbersiz oralardaydım. Bir gün yanıma ilkokul öğrencisi bir kız çocuğu getirdiler; arkadaşı ile çarpışmış kaşı yarılmış. Devlet hastanesine gönderdim. İlk girişimi yapacak uygun bir ortamım bile yoktu. Diğer hastalarıma daldım ve üzerinde fazladan kafa yormadım, sonuç belliydi: Kız hastanenin acil servisine kabul edilecek, yarası dikilecek ve evine gönderilecekti. Yeni tanıştığım komşumun, anlına düşürdüğü perçemini kaldırıp da alnının tam ortasındaki halen sütürler duruyor görünümündeki kaba yara izini, devlet hastanesi acilinde bütün dikişleri atan hademeye borçlu olduğunu söylemesiyle yeniden anımsadım bu olayı.

Hemen kolları sıvadım. Sağlık Müdürlüğüne gittim. Deposunda görevlilerin ne işe yaradığını bilmedikleri portegü, penset ve makas ile bir dikiş seti ve iki pansuman seti oluşturdum. Kaba sabaydılar ama işimi görebilirlerdi. Yine hiç kullanılmamış, kutusundan çıkarılmamış, ne zaman niye geldiği bilinmeyen bir pastör fırını ile karşılaşmak, istersem alıp sağlık ocağıma götürebileceğimi öğrenmek günün en büyük sürprizi oldu. Okuduğum okulda beni tanıyan bir öğretim üyesinin onayı ile ameliyathaneden daha estetik dikişler yapabileceğim bir set, uygun atravmatik dikiş malzemeleri, setleri steril etmek için sarabileceğim yeşil örtüler, sterilizasyonun tamamlandığını gösterecek belirteçler, tek kullanımlık eldivenler almam küçük girişim köşemi iyice donattı. Lokal anestezik, antiseptik ve enjektörleri de sağlayınca uygun hasta beklemeye başladım. İki kız çocuğunun kaşını diktim daha sonra, iz kalmamış hallerini görme mutluluğuna eriştim. Pansuman yapmak hiç sorun değildi artık.

Bir gün sağlık ocağımın bölgesinde yer alan liseden sevkle gelen öğrenci, cerrahi girişim yaptığımı öğrenince diğer sağlık ocağına başvurmuş. Sen buraya bağlı değilsin, denerek gönderilmeye çalışınca da “Doktor hanım ameliyattaymış” yanıtını vermiş. Yarattığı şaşkınlık öngörülebilir. Yanlış anımsamıyorsam o sırada, toplam iki adet olan nasır çıkarma operasyonlarımdan sonuncusunu sağlık ocağı personelime uyguluyordum. Bu konu Müdürlük tarafından bana soruldu ve açıkladım. Açıklamamın ne denli yeterli bulunduğunu bilemezdim. Meslektaşlarımdan uyarı tarzında yorumlar aldım: Aman, kimse bilmez senin yetkinlik düzeyini, hatta muayenehane olgularını çaldığını, bu işlemler için para aldığını bile düşünerek sorun yapabilirler. Olmayacak şey mi? Biraz askıya alayım olayı ve başıma iş getirmeyeyim dedim kendi kendime. Korunaklı aile ve okul ortamından çıkıp hele de böyle uzak bir yerde yaşamı tanımaya çalışırken kendimi koruma güdüsünün yoğun etkisi altındaydım.

Sağlık ocağında en çok çocuk hastam vardı. Birisinin öyküsünü de yazmıştım yeri gelince (http://www.ttb.org.tr/STED/sted0201/21.html). Çok seviyordum onların yüzlerindeki ışıltıyı. Neredeyse tamamı benden önce “İranlı doktor”a götürülmüş oluyordu. Ellerindeki reçeteyle geliyorlardı. Her reçetede iki ya da üçü parenteral olmak üzere beş kadar antibiyotik, serum, ağrı kesici, vitamin şurubu vs vs vardı. Çılgına dönüyordum, bu tedavilerin anlamsızlığını anlatıyordum her ebeveyne, uyarılarımın ne kadar işe yaradığını bilemiyordum. Yine reçeteleri biriktirip ilgili kimselere ilettim birkaç kere, sonuçsuz kaldı girişimim. Yıllardır orada çalışan, yeri yurdu halk tarafından bilinen, resmi bir muayenehanesi olmayan, hiçbir engelle karşılaşmadan bu işleri sürdüren birisiydi bu “İranlı doktor”. Son çare olarak sağlık ocağına gelen, ama bu arada İranlı doktorun tedavisinden mutlaka geçmiş hastaların arkası kesilmiyordu.

Ve kadınlar… Türkçe bilmiyordu çoğu, ya okula giden bir çocuk ile geliyorlardı ya da sağlık ocağımızdaki görevli çevirmenlik yapıyordu. Ben de temel soruları öğrenmiştim. Sorunlarını çözmeye çalışıyordum. Allı, morlu, simli, oyalı, tüllü kat kat giysileriyle, kara sürmeli gözleriyle birbirlerine benziyorlardı ama farklı farklı öyküler taşıyorlardı ancak derine inebilene anlatılacak. Birkaçına tanık olmuştum, ilk defa şimdi yazıyorum.

Adını anımsamıyorum, öğrenmişimdir mutlaka. Hastalarımla tanışma kısmını hep önemsedim. Ancak bu ayrıcalıklı bir durumdu, o yüzden belki de adını sormamış da olabilirim. Anlatayım.

Sağlık ocağımdaki ebeler canla başla, büyük bir özveri ile çalışıyorlardı. Sürekli doğuma çağrılıyorlardı. Bir doğum evi vardı Van’da ama sanki herkes evde doğumu seçiyordu. Tıp fakültesinde okuduğum sıralarda, doğum stajımda epizyolu epizyosuz birçok doğum yaptırmıştım tek başıma. Sağlık ocağında göreve başladıktan sonra ise hiç gerekmemişti. Yine bir gün poliklinikte hasta bakarken ebelerden biri aradı. Sesi çok kaygılıydı. Doğum yaptırmak üzere gittiği evde sorun çıkmış, çocuk sağlıklı olarak dünyaya gelse de annede büyük bir yırtık oluşmuş. Hemen tampone ederek doğum evine götürmelerini söyledim doğal olarak. Yanıtı kanımı dondurdu: Kocası götürmüyor, gitmesine de izin vermiyor.. Herkes ısrar etmiş, adam Nuh diyor peygamber demiyormuş… Nasıl olabilir, ne demek bunlar, kimin nereye kadar yaptırımı olabilir böyle bir anda gibi sorular beynime doluştu ama yanıt bulup çıkaracak halde değildi. En seri düşündüğüm ve harekete geçtiğim anlardan biridir yaşamımda: Arabayı gönder geliyorum, dedim. Hemen bir hazırlığa giriştim. Dikiş atabilecek şekilde bir hazırlığa. Nasıl bir ortamda, nasıl bir yırtığı dikeceğime ilişkin en ufak bir öngörüm olmadan gelen arabaya atladım. Kalbimin atışı, şakaklarıma baskısı yol boyu geçtiğimiz yerlerde sanki çıldırdılar. Ücra köşelere, şehir merkezinin güçlükle alıştığım görüntüsünden bile çok uzak mahallelere doğru yola koyulmuş uçuyorduk bir şekilde. Virane bir evin önünde durduk, atladım arabadan. Bembeyaz olmuş yüzü ile ebe hanım karşıladı beni. Sanki, bu sorunu çözemezsek ikimiz de sağ çıkamayız buradan der gibiydi bakışları. Görmezden, anlamamazdan geldim.

Tek göz odaya doluşan insanlar, divana serili muşambanın üzerinde doğum yaptığı konumda halsiz yatan anneden bana çevirdiler bakışlarını. Kanama durmuştu neyse ki, çocuğun eşi de doğurtulmuştu. Tek iş yırtığın dikilmesi idi. Kendi açtığın epizyoyu, jinekolojik masada dikmeye hiç benzemiyordu karşılaştığım durum. Asepsi, antisepsiye olabildiğince dikkat ederek, lokal anesteziyi ihmal etmeden, ne gerekiyorsa yapmaya koyuldum hemen. İşim bittiğinde sırtımdan boşalan terler, tutulmuş kaslarımı tek tek okşuyor gibiydiler. Daha sonra, evden ayrılışımıza dek neler oldu anımsamıyorum, annenin 16 yaşında olduğunu, bebeği bir yaşına yeni girmişken kocasından gizli sağlık ocağına getirdiğinde ancak öğrenebildim. Evden ayrılırken ellerime kapanıp teşekkür edenler oldu, annenin halsiz yüzünde parlayan iki siyah boncukta minneti okuyabildim, baba neredeydi soramadım.

Mesleğimle ilgili, sorumluluklarım ve kısıtlılıklarımla ilgili çelişkiler yaşadım içimde. Sonra ani bir kararla ders çalışmayı yeniden ciddiye aldım. Zorunlu görev adı ile ülkemin bir köşesine gelmiş, orada doğru bildiklerimi yapmak için uğraş vermiş ve artık süremi doldurmak üzereydim. Ama araya nüfuslu tanıdıklar koymayı baştan beri istemediğim için tayin olabileceğime, yaşam tarzına alıştığım yerlere dönebileceğime ve becerilerimi daha iyi kullanıp geliştirebileceğim konumlara geleceğime ilişkin umudum yoktu. Bunca süre içinde ders çalışmayı bir kenara bıraktığım, yaşamın önüme çıkardıklarını yaşamaya kendimi kaptırdığım için kazanamadığım üç tıpta uzmanlık sınavının ardından, çok yüksek bir puanla ilk tercihime yerleştirildim. Artık cerrah olmak istemiyordum ama girişimsel yönü en fazla dahili dal olan göğüs hastalıkları uzmanlığını severek öğrenmeye başladım. Yeniden şehrime dönmüştüm. Bir sayfa kapanıp bir başkası açılmıştı önümde. Nereden nereye diyordu insan düşündükçe.

Oralarda kadın doktor olmak zordu ama zaten oralarda doktor olmak ve kadın olmak da zordu. Gittiğime hiç pişman olmadım, hatta iyi ki dediğim anlar çok daha fazla. Yine de güçlüklerle boğuşmak yerine enerjimi daha etkin kullanabilmeyi, kaçar gibi değil de sorumluluklarımı yerine getirdim ve karşılığında hak ettiklerimi aldım diyerek, doyumla ayrılabilmiş olmayı yeğlerdim. Şimdi o unutulmaz günlerimden bir bir öyküler çıkararak vefa borcumu ödemeye çalışıyorum.

 

Tren Yolculuğu

Tren biletini cebime koyduğumdan beri aklım başımda değil. Uzun zaman düşlediğim bir yolculuk gerçekleşecek; bu bilet de onun somut kanıtı ama aklımı başımdan alan bundan çok fazlası. İki gün önce, ani bir karardı. Ayaklarım beni gara götürmüş; ayrımında değildim. Hep olduğu gibi üzerinde uzun uzadıya düşünebilir, birikmiş ve birikmeye devam eden işleri, sorumlulukları gerekçe göstererek hevesimi yatıştırabilir, bir türlü gelemeyen bir geleceğe erteleyebilirdim gidişimi. Ama buna olanak kalmadan bilinçaltım kontrolü ele almıştı. Bilet gişesinin önünde buldum kendimi. O anda da cayabilirdim ama artık zamanın geldiğini ta içimde duyuyordum.

Sonrasını bilinçli getirdim. “Denizli-İstanbul trenine bilet lütfen…” Gişedeki adamla trenin kalkış saati dışında hiçbir şey konuşmadık. O, gün boyu türlü türlü soruya, hiç de işi olmadığını içinden yineleyerek yanıt verdiği için bu suskunluğa minnet duydu. Ben ise içimden kendimle konuşmaya kendimi iyice kaptırmıştım. Hiç sormadan fazlaca bir miktar parayı gişe camındaki küçük pencereden uzattım ve paramın üstünü saymadan aldım. Bileti cüzdanımın içine özenle yerleştirirken parmak uçlarımdan tutkulu bir okşama kurtularak bilete ulaştı. Cüzdanı çantama koydum. Sonraki birkaç saatte, aklım çantada, bilette, yine kontrolü ayaklarıma bırakmış olarak dolaştım. Sonunda aldığıma inanamıyordum. Bu süre boyunca hep aynı saplantısal korkuyla sıkıştı yüreğim. Birden çantayı nerede bıraktım düşüncesiyle sarsılıyor, elimle yoklayıp da bulduğumda kısa süre için rahatlıyordum. Baktım böyle olmayacak, bileti cüzdanımdan çıkararak gömleğimin sol göğüs cebine koydum. Kalbimin atışlarına bilet yerinde mi yoklatmak için. Bunu düşünmek bir rahatlama sağladı içimde. Öbür günlerde de giyeceklerimi bu cebin varlığına göre belirledim. Hatta henüz gecelerin soğuk olduğu bir zamanda yazlık pijamamı giydim sırf bu yüzden. Saplantısal korku nedir bilmeyenler için tuhaf görünecekse de durumum buydu; beni anlayanlar çıkacağından kuşkum yok.

Bilete bu denli kilitlenmiştim ama onunla çıkacağım yolculuğunu hiç düşünmüyordum. Daha çok geçmişimden tren yolculukları ve istasyonlardı düşündüklerim. Yaşamıma bir yerinden girmiş ve yön vermiş olanlardı. Bunu yaparken de içimdeki baskın duygu huzurdu. Belleğimdeki ayrıntıların böylesi bir çağrışımı vardı. Yakalamışken huzuru, bırakmıyordum. Birkaç gün sonrasında beni bekleyen ise belirsizlikti, tam bir serüvendi. Bilinenin sakin kıyılarına sığınmak daha çok işime geliyordu. En azından hareket zamanı gelene dek.

Çocukluğumun büyük bir bölümünde trenlerin ve istasyonların, hatta tamir atölyelerinin büyük yeri var. İlkokul yıllarımın tamamı bir istasyon kasabasında geçti. O yıllar, trenin ulaşımda yoğun kullanıldığı zamanlardı. Raylar boyunca her akış, içimi coşkuyla doldururdu. Bir tanıdığım, istasyonlarda hüzünlendiğinden söz etmişti de anlam verememiştim.  Şimdi bile ne zaman bir istasyon canlandırsam belleğimde, ana binaya bitişik lojmanın çitlerle çevrili bahçesi ve bu bahçede iki ağaç arasına gerilmiş ipe dizili çamaşırlar gelir gözümün önüne. Çocuk resimlerini psikolojik açıdan inceleyenler, evi bacasıyla çizmenin ve bu bacadan duman çıktığını resmetmenin çocukta olumlu bakışa işaret ettiğini söylerler. Aklımda böyle kalmış. Bu durumda, benim istasyon resmim de iyiye işaret; yaşama yakın olduğumun göstergesi.

Buharlı trenlerdi sevdiğim. O zamanlar başka türlüsü var mıydı anımsamıyorum. Bizim kasabadaki istasyonda da bulunan o büyük, devasa su tankını unutmuyorum hiç. Koca lokomotifin uygun yerini nasıl o dev çeşmeye denk getirdiğini düşündükçe makiniste duyduğum hayranlık artardı. Trenler de içleri yanmış, susuzluktan kavrulmuş olarak dayarlardı bu çeşmeye ağızlarını.

Hepimiz bilirdik üç aşağı beş yukarı bütün tren saatlerini. Çocuklar, rayların üzerine gazoz kapakları yerleştirirlerdi tren henüz gelmeden. Raylardan uzağa dizilirdik. Büyük bir gümbürtüyle geçerken tren, gazoz kapakları sırayla fırlardı etrafa, dümdüz olmuş biçimde. Bu metal yuvarlakları ince sopaların ucuna sararak ok yapardı erkek çocuklar. Önemli oyun araçlarıydı bu oklar, yayın yanında. Kızılderilicilik pek sevilirdi aramızda. Ne felsefelerini bilirdik ne de yerlerinden yurtlarından nasıl olduklarını; içimizde bir yakınlık duyardık nedenini bilmeden. Kovboy filmlerini de daha pek fazla izlememiştik, televizyon yeni yeni giriyordu dünyamıza.

Öbür çocuklar arasında benim ve kardeşimin bir ayrıcalığımız vardı. Tamir atölyesine kaçak da olsa birçoğu girip çıkıyordu ama, tam ortasında tulumbayı andıran düzeneği bulunan ve raylar boyunca ileri-geri gidilip gelinen tekerlekli küçük arabaya binmek yalnızca bizim şansımızdı. Ev sahibimiz istasyon şefiydi ve tamir atölyesini ana raya bağlayan kısacık yolda, kendimizi büyük gezginler gibi duymamızı sağlayacak o yolculukları yapmamıza göz yumuyordu. Bir keresinde, onun eşliğinde ana rayda da yol aldığımızı anımsıyorum.  Eğer bu bana düş gücümün bir oyunu değilse…

İlkokul son sınıftayken, yaşadığımız kasaba ile büyük şehir arasında trenle mekik dokuyorduk her hafta sonu. Bir sınıf arkadaşım ve ben, her keresinde birimizin anne ya da babasıyla dershaneye gidiyorduk. Anadolu Liselerinin sınavına hazırlanıyorduk. O kasabadan daha önce hiç kazanan olmamış. Hiç üşenmeden bir yıl boyunca gerçekleştirdiğimiz bu yolculukları dışardan izleyenler eziyet olarak değerlendiriyorlardı. Olabilirdi belki. Bindiğimiz araç tren olmasaydı.. Her keresinde mutluluk ve heyecandan yürek çırpınır mı; benimki çırpınıyordu işte. Hem sonucunda bir beklentim de vardı. İkinci sınavı kazanamadım belki ama o dönemden ben çok şey kazandım…

Sonra uzun bir süre için arabalı dönem.. Büyük şehirde yaşam başladı. Treni çıkardım yaşamımdan. Ama aklımdan değil. Yıllar sonra bir arkadaşım, yakın bir kasabadaki tren müzesinden söz ettiğinde hiç düşünmeden takıldım peşine. Birçokları için sıradan bir gezi sayılabilir bu, benim içinse eski dostlarla bir buluşmaydı. Lokomotiflere tırmandım, vagondan vagona atladım, kömür kazanlarını okşadım, artık ötmeyen düdüklere asıldım…

Yaşadığım şehirde de vardı tren yolları. İçerde dolaşan ve dışarı açılan..  Güzergâhlarımız hiç çakışmadı yazık ki. Hem çağımız hız çağıydı; tren yavaş kalmıştı ve köhne. İçim burkularak kabullendim bu düşünceyi. Düşünmemeye başladım ben de ve trene binmeyi seçmemeye..

Yakın zamanda bir gün, anılar canlandı ve düşlere çağrılar yolladı. Bir nostalji modasıdır giderken benim tren özlemim yeniden alevlendi. Bir gün mutlakalar başladı; bir gün mutlaka, sırf kendim için, kendimle bir tren yolculuğu yapacağımlar.. Öylesine, hedefsizce yola çıkacağımlar.. Bu düşler beni epey bir süre oyaladı. Sonra sıkıştırmaya başladılar. Hadi ama ne zaman gerçek olacağız biz, diye. Artık onları oyalayamaz olduğumda bir de baktım gardayım…

Şimdi tren bileti sol göğüs cebimde ve yolculuğa çıkmaya hazır olmam gerekiyor bu durumda. Ama gerçekten hazır mıyım?

Zordur gitmek;

Gidebilmek…

Tutanlara karşın

Bağlarına inat

Gidebilene aşk olsun…

Kalmak da zor;

Kalabilmek…

Çağrılara inat

Düşlerine karşın

Kalabilene aşk olsun…

Gitmesek de Görmesek de

Meslek yaşamımdaki koşuşturmalar sonunda yatıştı. Sıra, geriye bakıp neler yaşandı diye düşünmeye geldi. Topluca deneyim olarak adlandırdığım başarılar, kaygılar, hatalar, düş kırıklıkları, kendini geliştirmeler… Şimdi, meslekte geçen 16 yıldan sonra, hep güzellikler aklımda, en sarsıcı olaylar bile kazanımlarımla gözümün önüne geliyor. Sanırım o günleri özlüyorum ve belki de Marquez’in ‘Anlatmak İçin Yaşamak’ta dile getirdiği gibi: Özlem her zaman yaptığı gibi kötü anıları sildi, güzellerini devleştirdi. Oysa kötü anları anımsamak, onlardan dersler almak için önemli.

Sağlık ocağına yeni mezun bir doktor olarak gittiğimde sudan çıkmış balığa dönmüştüm. Yanımda götürdüğüm steteskobum dışında hiçbir yardımcım yoktu. İnsanlara bu koşullarda nasıl yardımcı olabilirim diye düşünmek uykularımı kaçırıyordu. Her hasta hastaneye sevk edilmezdi ve ben hata yapmadan bu ayrımı nasıl yapacağımı kısa sürede öğrenmek zorundaydım. Kimden sorabilirdim? Sahipsiz, rehbersiz oralardaydım.

Cerrahi girişimlerde kendimi geliştirdiğim için bu yönde de bir şeyler yapmam gerekiyordu. Bir gün yanıma, ilkokul öğrencisi bir kız çocuğu getirdiler; arkadaşı ile çarpışmış, kaşı yarılmış. İlk girişimi yapacak uygun bir ortamım yoktu. Devlet hastanesine yolladım. Hastam acil servise kabul edilecek, yarası dikilecek ve evine gönderilecekti. Olması gereken buydu. Oysa, bir başka hastam, alnına düşürdüğü perçemiyle gizlediği, halen dikişleri duruyor görünümündeki kaba yara izini, devlet hastanesi acilinde bütün dikişleri atan hademeye borçlu olduğunu söyledi. Hemen kolları sıvadım. Sağlık müdürlüğüne gittim. Deposundan topladığım araçlarla bir dikiş seti ve iki pansuman seti oluşturdum. Kaba sabaydılar ama işimi görebilirlerdi. Yine hiç kullanılmamış, kutusundan çıkarılmamış, ne zaman niye geldiği bilinmeyen bir pastör fırını ile karşılaşmak, istersem alıp sağlık ocağıma götürebileceğimi öğrenmek günün en büyük sürprizi oldu. Bir hocamın onayı ile okulumdaki ameliyathaneden, daha estetik dikişler yapabileceğim bir set ve gerekli bütün malzemeleri almam, küçük girişim köşemi iyice donattı. Böylece uygun hasta beklemeye başladım. İki kız çocuğunun kaşını diktim ve daha sonra iz kalmamış hallerini görme mutluluğuna eriştim. Pansuman yapmaksa artık hiç sorun değildi.

Sağlık ocağımda en çok çocuk hastam vardı. Yüzlerindeki ışıltıyı çok seviyordum. Neredeyse tamamı, benden önce “İranlı doktor”a götürülmüş oluyordu. Anneler ellerindeki reçeteyle geliyorlardı. Her reçetede iki ya da üçü enjeksiyonla uygulanacak formda olmak üzere beş kadar antibiyotik, serum, ağrı kesici, vitamin şurubu vs. vs. vardı. Çılgına dönüyordum. Bu tedavilerin anlamsızlığını her ebeveyne anlatıyordum, uyarılarımın ne kadar işe yaradığını bilemiyordum. Birkaç kez reçeteleri biriktirip ilgili kişilere ilettim, sonuçsuz kaldı girişimlerim. Bu “İranlı doktor”, yıllardır orada çalışıyor, muayenehanesinde hiçbir engelle karşılaşmadan bu işleri sürdürüyordu. Sağlık ocağına son çare olarak gelen, ama bu arada İranlı doktorun tedavisinden mutlaka geçmiş, ona epeyce para vermiş hastaların arkası kesilmiyordu. Şimdilerde “ithal doktor” konusu ne zaman geçse, çok ucuza çalıştırılacakları ne zaman dile getirilse bunun bize ne kadar pahalıya patlayabileceğini düşünmemin temelinde belki de bu deneyim yatıyor.

Ve kadınlar… Türkçe bilmiyordu çoğu; ya okula giden bir çocuk ile geliyorlardı ya da sağlık ocağındaki hizmetlimiz çevirmenlik yapıyordu. Ben de temel soruları öğrenmiştim. Sorunlarını çözmeye çalışıyordum. Allı, morlu, simli, oyalı, tüllü kat kat giysileriyle, kara sürmeli gözleriyle birbirlerine benziyorlardı ama ancak derine inebilene anlatılacak farklı farklı öyküler taşıyorlardı.
Sağlık ocağımdaki ebeler canla başla, büyük bir özveri ile çalışıyorlardı. Sürekli doğuma çağrılıyorlardı. Bir doğum evi vardı ama sanki herkes evde doğumu seçiyordu. Tıp fakültesindeki doğum stajımda tek başıma birçok doğum yaptırmıştım. Sağlık ocağında göreve başladıktan sonra ise hiç gerekmemişti.

Bir gün poliklinikte hasta bakarken ebelerimden biri aradı. Sesi çok kaygılıydı. Doğum yaptırmak üzere gittiği evde sorun çıkmış, çocuk sağlıklı olarak dünyaya gelse de annede büyük bir yırtık oluşmuş. Doğal olarak, hemen tampone edip doğum evine götürmelerini söyledim. Yanıtı kanımı dondurdu: Kocası götürmüyor, gitmesine de izin vermiyor.. Herkes ısrar etmiş, adam Nuh diyor peygamber demiyormuş… Nasıl olabilir, ne demek bunlar, kimin nereye kadar yaptırımı olabilir böyle bir anda gibi sorular beynime doluştu, ama yanıt bulup çıkaracak durumda değildim. Yaşamımın en seri düşündüğüm ve harekete geçtiğim anlarından biridir. Arabayı gönder dedim, geliyorum. Nasıl bir ortamda, nasıl bir yırtığı dikeceğime ilişkin en ufak bir öngörüm olmasa da alelacele bir hazırlık yaptım. Gelen arabaya bindim. Kalbimin atışı, şakaklarıma baskısı yol boyu geçtiğimiz yerlerde sanki çıldırdılar. Ücra köşelere, şehir merkezinin güçlükle alıştığım görüntüsünden bile çok uzak mahallelere doğru yola koyulmuş uçuyorduk. Virane bir evin önünde durduğumuzda arabadan atladım. Bembeyaz olmuş yüzü ile ebe hanım karşıladı beni. Bakışları, bu sorunu çözemezsek ikimiz de buradan sağ çıkamayız der gibiydi. Görmezden, anlamamazdan geldim.
Tek göz odaya doluşan insanlar, bakışlarını, divana serili muşambanın üzerinde doğum yaptığı konumda halsiz yatan anneden bana çevirdiler. Kanama durmuştu neyse ki, çocuğun eşi de doğurtulmuştu. Tek iş, yırtığın dikilmesi idi. Karşılaştığım durum, kendi yaptığın kesiyi, doğum masasında dikmeye hiç benzemiyordu. Yine de ne gerekiyorsa yapmaya koyuldum. İşim bittiğinde sırtımdan boşalan terler, tutulmuş kaslarımı tek tek okşuyor gibiydiler. Daha sonra neler olduğunu pek anımsamıyorum. Evden ayrılırken ellerime kapanıp teşekkür edenler oldu sanırım, annenin halsiz yüzünde parlayan iki siyah boncukta minneti okuyabildim, baba neredeydi soramadım. Annenin 16 yaşında olduğunu ise, bebeği bir yaşına yeni girmişken, kocasından gizli olarak sağlık ocağına getirdiğinde öğrendim. Ben bebeği muayene ederken, anne kayınvalidesinin kısırlık yapacağı gerekçesi ile bebeğinin aşılanmasını engellediğini ama ebe hanımın onu ikna ettiğini anlattı.
Oralarda doktor olmak zordu, ama oralarda doktor olmak ve kadın olmak da zordu. Gittiğime hiç pişman olmadım, hatta iyi ki dediğim anlar çok daha fazladır. Yine de güçlüklerle boğuşmak yerine enerjimi daha etkin kullanabilmeyi, sorumluluklarımı yerine getirdim ve karşılığında hak ettiklerimi aldım diyerek doyumla ayrılabilmiş olmayı yeğlerdim.

Şimdilerde sağlık ocaklarımız birer birer kapatıldıkça, sağlık hizmetleri özelleştirilmeye doğru gidildikçe, eldeki kaynaklar enine boyuna araştırılmadan harcandıkça, bunun bize ne kadar pahalıya patlayabileceğini düşünmemin temelinde belki de bu deneyimler yatıyor.

http://www.radikal.com.tr/radikal2/gitmesek_de_gormesek_de-874758

Bir Şey Yapmalı

‘Hekimlik, elindeki bütün olanakları ile çalışanların yardımına koşmalıdır.’ Bernandino Ramazzini

Hastalıkları madensel ilaçlarla tedavi etmesi nedeniyle 16. yüzyılın en ünlü hekimlerinden biri sayılan, tıbbın yanında madencilik eğitimi de almış olan Paracelsus (1493-1541), Avusturya’nın Villach şehrindeki madenlerde yaşadıklarını anlattığı kitabında şu yorumu yapar: “Altın, gümüş, demir, bakır, kalay, kurşun ve cıvayı elde etmek istiyorsak, önümüze çıkacak birçok güçlük karşısında yaşamımızı ve bedenimizi tehlikeye atmalıyız”. O dönemde henüz iş-işçi sağlığı kavramları ortada yoktu. 17. yüzyıla damgasını vuran hekimlerden, Padova Tıp Okulu profesörü Bernandino Ramazzini (1633-1714) ise dikkatleri işçi sağlığına çekerek “iş hekimliği”nin öncüsü olan kişi olarak tanınır. Ölmeden bir yıl önce, meslek hastalıkları konusundaki ilk kapsamlı yapıt olarak bilinen İşçi Hastalıkları Üzerine İnceleme’yi (De Morbis Artificum Diatriba) kaleme aldı. Bu kitapta, çok sayıda meslek dalında çalışan işçilerin karşılaştığı zararlı koşulları tanımlıyor ve “Ne iş yapıyorsun?” sorusunu, Hippocrates’ın Hastalıklar kitabında bir hastayla ilk kez karşılaşan hekimin hastasından ve onun yakınlarından öğrenmesi gereken konular arasına eklemeyi öneriyor: “Bu soru, hastalığın nedenini bulabilmek için kaçınılmaz bir sorudur. Ancak, günlük hekimlikte bu çok önemli noktaya hiç önem verilmediğini ya da hekimin hastanın mesleğini bilse bile buna aldırış etmediğini görüyorum”.
Hastaların ne iş yaptığını sormayı, dahası ayrıntılı meslek öyküsü almayı her doktor alışkanlık haline getirmelidir. Çünkü bu yolla, ayırıcı tanıda eleme yapmak ve kesin tanıya varmak kolaylaşacak, kimi zaman da hastanın mesleği bilinmedikçe doğru tanıya varılamayacaktır.

Meslek hastalıkları; yapılan işe, işyerinde karşılaşılan fiziksel, kimyasal, biyolojik ve psikolojik etkenlere, bu etkenlerle karşılaşan kişinin özelliklerine bağlı olarak gelişen, farklı özelliklerde bir grup hastalıktır. Uzun süreli temas boyunca sessiz kalıp sonradan ortaya çıkabileceği gibi, bazı maddelerle -iş kazası ya da ihmal nedeniyle- yoğun bir karşılaşmayı izleyerek birden de gelişebilir. İşyerinde karşılaşılan etkenlerin bazıları için başlıca hedef solunum sistemidir. Solunan ajanın fiziksel ve kimyasal özellikleri, düzeyi, temasın süresi ve yoğunluğu, karşılaşan kişinin özellikleri, endüstriyel hijyen uygulamaları, meslek hastalığı gelişimini etkilemiyor. Öyle ki, korunma önlemleri yeterince alınmayan işyerlerinde, yoğun ve uzun süreli temasta riskin artacağı açık.

Koruyucu sağlık hizmetleri, diğer sağlık sorunlarında olduğu gibi meslek hastalıkları için de öncelik taşır. Birincil koruma, yani hastalığın ortaya çıkmasının engellenmesi için temasın azaltılması gerekir. Maske kullanımı, iyi havalandırma, ıslak havalandırma gibi önlemler işkolunun özelliğine göre seçilip uygulanmalarına özen gösterilmelidir. Hepsinde olmasa da birçok ajan için kişinin sigara içiyor olması ek bir risk oluşturur. Bu nedenle sigara karşıtı çalışmalar yürütülmelidir. İkincil korumada, meslek hastalıklarının erken tanısı ile hastalığın şiddetini ve süresini azaltma girişimleri yer alır. Erken tanı ve işten (en azından sorumlu ajanla temastan) uzaklaştırma en önemli katkıyı yapar. İşyeri hekimlerinin düzenli olarak yaptıkları sağlık taramaları erken tanı için önemlidir. İşverenler ve çalışanlar bu konularda sürekli bilgilendirilmelidirler. Üçüncül korumada, hastalık ortaya çıktıktan sonra kötüleşmesini önlemek ve ek sorunlar gelişmesini engellemek (tıbbi bakım ve tedavi) yer alır. Önlenebilir hastalıklar açısından bu noktaya gelinmesi bana göre başarısızlıktır.

Göğüs hastalıkları uzmanlık alanı, meslek hastalıkları ile yakından ilgilidir. Daha önce sorun saptanmamış bir işkolunda, çalışan işçiler arasından üst üste hastalar çıkmaya başlayınca hemen dikkatimizi oraya yöneltiriz. Bu şekilde, kot kumlamacılığı işkolunda risk olduğu ilk kez ülkemizden bildirildi. Atatürk, Gaziosmanpaşa, Dicle ve Dokuz Eylül Üniversiteleri’nden araştırmacılar verilerini çeşitli dergilerde yayınladılar. Kongrelerde sundular.

Yüzlerini hiç görmesem de bir makalede okuduğum, yaş ortalamaları 23 ve ortalama işe başlama yaşları 17 (13 ile 37 arasında), çeşitli düzeylerde solunum yetmezliğiyle incelenip sonuçta “Silikozis” tanısını almış olan, kot kumlama işçisi hastaların durumu beni çok üzüyor. Soludukları kuartz ve benzeri tanecikler yüzünden akciğerlerinde gelişen bu hastalık harap edici ve ilerleyici, geri dönüşsüz ve tedavisiz. Vasıfsız işçi olarak tanımlanıp çoğu zaman kayıtdışı, böylesi ağır, en önemlisi bedeli ağır işlerde çalıştırılan ya da çaresizlikten çalışmak zorunda kalan gencecik insanlar için üzülmekten fazlasını yapmayı istiyorum.

Kot kumlamacılığı mesleğinden birkaç yıldır haberdarım. Beyazlatılmış, eski görünümü verilmiş kotlara özel bir ilgim hiçbir zaman olmadı, hatta mavisini, laciverdini daha çok severim. Yine de kot pantolonlarımı rengi kaçmış, özellikle de diz ve daha üst kısımları ağarmış hale geldiğinde giymeyi sürdürüyordum. Mağazalarda satılanların da bolca yıkanıp o hale getirildiğini düşünürdüm. Bütün bunları neden bu denli ayrıntılı yazıyorum dersiniz? Günah çıkarmak için. Aslında söylemem gereken yerde, ne olup bittiğini anlamadan düştüğüm durumdan belki şimdi kurtulabilirim diye. En azından vicdanımı temize çıkarmak adına.

Erzurum Atatürk Üniversitesi’nden Dr. Metin Akgün (metinakgun.wordpress.com), yurtdışındaki bilimsel bir toplantıda, kot kumlamacılığına bağlı silikozis olgularını anlatıyordu. Hazırladığı posterin önünde, aralarında olduğum büyük bir kalabalık toplanmıştı. İlk olarak 2004 yılında tanı koydukları, 19 ve 18 yaşlarındaki iki hastalarının kısa sürede öldüğünü ve daha sonra 14 yeni hasta daha saptadıklarını söylerken çevresindekiler büyük bir dikkatle dinliyordu. Genç bir işçinin kumdan bembeyaz olduğu, fazla kum gitmesin diye işverenin camları sıkı sıkı kapattığı işyerinin fotoğrafı hepimizin kanını dondurmuştu. O sırada, dinleyenler arasından bir kadın, cahilliğimi bağışlayın ama kot taşlamacılığı (denim sandblasting) nedir diye sordu. Açıklamak için atılan kişi, kotları deniz kumu püskürterek ağartıyorlar diyerek çevresine bakınan kişinin gözleri giydiğim kot pantolona takıldı ve göstererek “İşte bunun gibi,” dedi. Ama ben kendim, yıllar içinde, istemeden… Hiçbir şey diyemedim. Konunun vahameti öyle büyüktü ki kimsenin ilgisi bana yönelmedi. Ama dersimi almıştım. O gün ve daha sonra kimse üzerimde beyazlamış kotumu göremedi.

Farkındalık yaratmak gerektiğine inanıyorum. Alınması gereken önlemler, duyarlı davranması gereken makamlar var ve biz de kampanyalar başlatabiliriz. Bir bilinç oluşmalı, hem de hemen. Benzer başka işkolları olduğundan ve bir şekilde dikkat çekmeyi beklediğinden kuşkum yok.

Meslek hastalıklarının ağır sosyal, ekonomik, tıbbi, ahlaki ve hukuksal sorunlara yol açacağı bir gerçektir. Sonuçta, endüstrinin olanaklarından yararlanırken bu uğurda hiç kimsenin bedenini -sağlığını- ya da yaşamını tehlikeye atmasına göz yumamayız. İşçi sağlığı bir insan hakkıdır. Ertelenemez, boş verilemez, yok sayılamaz. Diğer bütün haklarımız gibi.

http://www.radikal.com.tr/radikal2/bir_sey_yapmali-874931

İçmediğiniz İçin Teşekkürler

Sigarasız bir dünya günü, 31 Mayıs. Zaten bildiğiniz, belki gözardı ettiğiniz ya da gereksinim duyanlara ulaştırmak için sizin de kullandığınız bilgilerle sigaranın sağlığa ne denli zararlı olduğunu anlatmayacağım. Dumanında 4000 çeşit kimyasal madde bulunduğu, 2000 tanesinin insan vücuduna zararlı olduğunu, 55 tanesinin kanser oluşmasında rol oynadığı gerçeğini vurgulamayacağım. Bunun yerine, yaşamımdan alıntılar aktaracağım. Pazar eki değil mi okuduğunuz, yaslanın arkanıza.
Sigara içen birini görünce çok üzülüyorum, ama kucağındaki, arabanın içindeki çocuklara, yanı başındaki diğer insanlara aldırmaksızın sigara dumanını solunan havaya bırakanları görünce kan beynime sıçrıyor.

Bir insanın, yanında başkaları varken sigara içebilme rahatlığını anlamam olanaksız. Yeni bilimsel veriler, kendisi sigara içenlerin de pasif içiciliğin zararlarına açık olduklarını ortaya koyuyor. Yine çocukluk çağında, hatta anne karnında, sigara dumanına maruz kalmanın yaratacağı sağlık sorunları ile ilgili bilgilere her geçen gün bir yenisi ekleniyor.

Bir film izliyordum. Dokuz yaşındaki kızım usulca yanıma sokuldu, filmin adını sordu. Yanıtladım: Thank You For Smoking/Sigara İçtiğiniz İçin Teşekkürler… Şaşırdı. Kim teşekkür ediyor diye sordu. Yanıtı kendisine bulduracağım ya “Sence kimdir?” dedim. Atıldı: Sigaranın kendisi. “Aslında haklısın; her ne kadar içildikçe tükenecek olsa da varlığının nedeni, birilerinin onu içmesi. Öyleyse sigara da minnet duyuyordur sanırım” dedim, ama yanıt başka. Birazcık düşündü ve yine kendinden emin bir biçimde, şeytan, dedi. Öyle ya, sigara içilmesine destek ancak kötülüklerin kaynağından gelebilirdi. Henüz kartellerden, güç dengelerinden, çıkar için yapılabileceklerin sınırsızlığından haberi yok. Öğrenecek nasılsa. Teşekkür edenin kim olduğunu merak edenler için söyleyeyim: Tütün endüstrisi. Filmde, sözcülerin öyküsü anlatılıyor. Üç yakın arkadaş, ayda bir öğle yemeğinde buluşuyorlar ve kimin sektörünün daha çok insan öldürdüğünü yarıştırıp karşılaştıkları sorunlar için birbirlerinin deneyimlerinden yararlanıyorlar. Sigara, silah ve alkol endüstrilerinin sözcüleri. Sigaracıların, taktikleri dikkat çekici. Ses getirecek filmlerin, ünlülerle çekilmiş sahnelerinde gizli reklam yapmak, göstermelik kampanyalara bütçe ayırmak gibi.

Gizli reklam denince hemen aklıma geliveren iki örnek var. Son zamanlarda çeşitli illerimizde gerçekleştirilen MFÖ konserlerinin destekçisi bir sigara firmasıymış. Hem konser salonlarına afişler asılmış hem de çakmaklar dağıtılmış; duygusal şarkılarda çakıp sallamak için! Ülkemizde sigara için her tür reklamın yasak olduğunu biliyoruz, ama bir engelle karşılaşmadan gençlerin yoğun olarak yer alacağı bu tür etkinlikler de yapılabiliyor. Diğer örnek de çok çarpıcı. Bu yıl Türk Toraks Derneği (Göğüs Hastalıkları Uzmanlık Derneği) yıllık kongresinin en genç katılımcısı 12 yaşındaydı. İlköğretim 6. sınıfta okuyan Doruk Karlıkaya. Doruk, matematik kitabındaki Formula 1 yarış arabalarından görüntülerde bir sigara markasının adının yer aldığını görür görmez babasına haber vermiş. Babası, Türkiye’nin ilk ve tek sigara karşıtı davasının mimarlarından. Birlikte konuyu inceleyerek poster şeklinde kongrede sunmak için başvurmuşlar.

Çocukların ve gençlerin, yaşamın doğal bir parçası olarak algılayarak bu zararlı alışkanlığa kapılmalarını engellemek için çok uyanık olmalıyız. Örnek aldıkları kişileri sigara içerken görmek, her tür yararlı bilgiyi edindiklerine inandıkları kitaplarda onunla karşılaşmak, bilinçaltına usulca yerleştirir. Sonra arkadaşlarına özendikleri, kendilerini kanıtlamaya çalıştıkları bir dönemde, tanıtım arabalarınca dağıtılan paketlerle yaşamlarına alıverirler farkına varmadan. Bir kez içmeye başladıktan sonra, bağımlılıkla, hatta son kabullere göre tedavi edilmesi gereken inatçı bir hastalıkla uğraşmaya dönüşür iş. Sigaraya hiç başlamamak en iyisi.

Uzun yıllar sigarayı bir türlü bırakmayan bir yakınım, geçen yıl birdenbire içmekten vazgeçti. Nedenini sorduğumda, konumu gereği çevresinde kendisini örnek alan çok sayıda gencin bulunduğunu ve sigara konusunda da rol modelleri olduğunu fark edince bundan çok rahatsızlık duyduğunu söyledi. Bu olayı, yalnızca kendimizden sorumlu olmadığımızın güzel bir örneği olarak dağarcığıma ekledim.
Yerel televizyon kanallarında uzmanlık alanımla ilgili hangi konuda konuşursam konuşayım, söz mutlaka sigaranın olumsuz etkilerine geliyor. Yine böyle bir programda, gelişmekte olan birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de sigara içme oranının giderek arttığından, bu sorunun gelişmiş ülkelerin ürettiğimiz tütünü işleyip çok daha pahalıya bize geri satmalarından öte bir boyutu olduğundan, bugün sigara sattıkları bir ülkeye kısa zaman içinde kanser ilaçları, bronşit ilaçları, tomografi, manyetik rezonans gibi tetkik cihazları vs. satacaklarından söz etmiştim. Ertesi gün bir hastam, helal olsun doktor hanım, ipliklerini pazara çıkardın diye coşkuyla yanıma geldi. Oysa büyütecek bir şey yoktu. Zaten zorunluluk gereği bütün yazışmalarını internet sitelerine yerleştiren sigara firmalarının iplikleri çoktan pazardaydı.

Temmuz ayının ilk gününden itibaren İngiltere’de çok geniş bir sigara yasağı uygulamaya konuyor. Yasalar çıkmış, İngilizlerin vazgeçilmezi Pub’lar dahil ofisler, restoranlar vb bütün kapalı alanlarda yasaklanması bir yana en büyük bütçe, binlerce sigara yasağı dedektifinin eğitimine ve ücretlerine ayrılmış. Yasağı delen kişinin ödemesi gereken ceza göreceli düşük, göz yuman işyerinin sahibine çok yüklü bir para cezası verilecek. Yaptırımlar önceden böylesi net belirlenince yasağa uyulma oranının da yüksek olacağı kolaylıkla öngörülebiliyor. Ne diyeyim, darısı başımıza…

Sigarasız bir dünya hedefiyle, sigara içmediğiniz ya da içmeyeceğiniz ve yanınızda içilmesine de göz yummayacağınız için teşekkürler.

http://www.radikal.com.tr/radikal2/icmediginiz_icin_tesekkurler-875022

İnce Hastalık Hikâyeleri

Tüberküloz çok değişik bir hastalık, nev-i şahsına münhasır… Öncelikle tüberküloz bulaşıcı bir hastalık; bu nedenle de toplum sağlığında önemli bir yeri var. Bir toplumdaki görülme sıklığı, toplumsal yaşam standartlarının kötüleşmesiyle koşut düzeyde artıyor. Günümüz verileri arasında en korkutucu oranlar, Rusya’dan, özellikle de cezaevlerinden geliyor.

Bulaşma için akciğerlerinde tüberkülozu olan bir kişinin konuşma, öksürme, aksırma, şarkı söyleme vb. ile çevresine kolayca yayabildiği mikrop taşıyan damlacıkların havada asılı kalması ve bir başkası tarafından solunması gerekir. Mikrobu almak, her zaman hasta olmak anlamını taşımaz. Önce mikrobun giriş yerinde, ki çoğunlukla akciğerler, bir takım olaylar oluşur ve kana karışıp çeşitli bölgelere dağılan mikropların, vücut direnci yüksek kişilerde, yaşam fonksiyonlarını neredeyse durdurarak uyur hale geçmeleri ile olay sınırlanır. Uyanmaları ve hastalık oluşturmaları içinse bazı özel koşullar, ciddi beslenme bozuklukları, kötü yaşam koşulları ve ağır hastalıklar gerekir.

Eğer hastalığın nedeni, kendisini öldürebilen az sayıdaki ilaca henüz direnç geliştirmemiş tüberküloz mikrobu ise tedavinin başarı şansı çok yüksek. Yani tüberküloz tedavi edilebilir bir hastalık. Ancak altı ay süreyle, mutlaka düzenli ve birarada kullanılmaları gereken, başta dört sonrasında iki çeşit ilacın alınması halinde tedavi başarısı olası. Yakınmaları azalınca ilaç almayı bırakma eğilimindeki insanlar için bu ayrıcalıklı tedavi iyice anlatılmalı ve ayrıca tedavi gözetim altında verilmeli. Sosyal, toplumsal, ekonomik ve psikolojik yönleriyle de ele alınmalı.

Çocuk tüberkülozlular var örneğin; ilaç reçete etmenin çok ötesinde bir yaklaşım gerektiriyor. Dispanserde çalıştığım dönemde bir doktor arkadaşımla tasarlayıp yaşama geçirdiğimiz, çocuk hastalarımızla resim çalışmaları etkinliğini halen mutlulukla anarım. Büyük tabletleri bir türlü yutamadığından yakınan küçük kıza, öncesinde ve o sırada bol bol su içmesini öneren arkadaşının içten desteğini anımsarım arada, yüzüm aydınlanarak.

Bir de “dirençli tüberküloz” yönü var olayın. Tedavisine uyum sağlamayan, tüberküloz tedavisinin ilkeleri konusunda eğitim verilmemiş hastaların ya da yeterli bilgi ve bilince sahip olmayan doktorların yol açtığı uygunsuz ve düzensiz tedavi sonucu, akıllı tüberküloz mikropları ilaçlara direnç kazanabiliyor. Başka bir deyişle, doğanın varlıklarını sürdürmeleri için aralık bıraktığı küçük kapıyı, tüberküloz tedavisinin olmazsa olmazlarına uymayan doktorlar ya da hastalar aracılığıyla ardına dek açabiliyorlar. Sonrası tam bir kabus. Başta toplum ve sağlık çalışanları, sonra duyarlı hastalar için. Çevrelerine ilaçlardan etkilenmeyecek, direnç kazanmış mikrop saçan kaynaklara dönüşüyorlar. Bu durumda tedavi, hem güç ve başarı şansı düşük, hem daha fazla yan etki riski taşıyor, hem daha pahalı. Bir yazı okumuştum, başlığı “Çok ilaca dirençli tüberkülozlu bir doktor olmanın dayanılmaz ağırlığı”. Doktorun adı Cenk Deliküçük. Halen yüreğimi sıkıştırır aklıma geldiğinde. Ölsen ölünmez, o şekilde de yaşanmaz. Neyse ki meslektaşım hastalıktan büyük uğraşlar sonucu kurtulabilmiş ve bir şeyler yapmak için kendi başımıza gelmesini beklemememizi istiyor.

Bir hasta öyküsü
Bir verem savaş dispanserinde göreve başladığımda özellikli bir hastamız olduğunu öğrendim. Göreve başlar başlamaz dehşet verici öyküsüyle tanıştım, kısa süre sonra da kendisiyle. “Çok ilaca dirençli tüberküloz” tanısı konalı epeyce uzun bir zaman olmuştu. Beş kalem olan ilk seçenek tüberküloz ilaçlarının hiçbiri ondaki hastalığın etkenini yok edemiyordu. Yapılabilecekler sınırlıydı ve hastaneye yatmalıydı. Kabul etmiyor, kaçıyor, dirençli mikroplarını toplumda yayarak dolaşıyor, yazları bir Doğu ilimize, memleketine 20 küsur saat otobüs yolculuğu ile gidiyor, durumundan habersiz insanlarla yolculuk ediyor, yazı serbestçe dolaşarak geçirip sonra bir başka otobüs dolusu insana eşlik ederek dönüyordu. Küçük bir evde yaşayan, kalabalık bir ailesi vardı, çocuklar sayıca çoğunluktaydı. Henüz ailesinden yeni bir dirençli tüberküloz olgusu çıkmaması mucize gibi bir şeydi. Bütün bunları öğrendiğimde dehşete kapıldım.

Tedavisine uyum göstermeyen tüberkülozlu hastaların altı aya dek hapsedilebileceğini biliyordum ama sürecin başlatılmasının ve tamamlanmasının güç olduğunu söylüyordu, benden önce bu konuyla ilgilenen meslektaşlarım. Özelleşmiş merkezlerde yürütülmesi gereken bir tedaviyi, yalnızca hastayı cezaevine koymakla organize edemeyeceğimiz açıktı. O sırada, alacak sorunu nedeniyle üç ay cezaevinde tutulan, bu sırada tüberkülozlu olduğuna bakılmadan bir koğuşa konulan ve tedavisi sürdürülmeyen başka bir hastam bu görüşümü doğruladı. Açık olan bir başka şey de toplumsal açıdan süregiden bu tehdidin rahatsız edici boyutuydu. Bir şeyler yapmak gerekliydi. Hastayla konuşmaya karar verdim, ne riskler aldığımın farkında olarak. Uzunca süren bir konuşmanın sonunda “Peki doktor hanım, yatacağım hastaneye” dediğini duyduğumda sevinçten havalara uçtum. Yalnız birkaç gün izin istedi. Eşyalarını almak bu kadar sürmezdi, nedenini sordum. Yanıtı kanımı dondurdu: Hastanenin yemeklerini yiyemiyorum da, dişlerimi yaptırıp öyle geleceğim… O an gözümün önüne, hastasının özel sağlık durumunu bilmeden saatlerce ağzının içinde uğraşacak olan diş hekimi geldi. Zaten gözümün önünden gitmeyen, yaşamın çeşitli anlarını farkında olmadan bu kişi ile paylaşan insanların arasına bir kişi daha eklemekten öte bir dehşet duygusuydu yaşadığım, olayın boyutunun akla gelmeyecek hangi noktalara dek uzanabileceğine gözlerimi açıyordu bu olay.

O hasta hastaneye yattı, tedavisi uygulandı ve ayrılışımdan bir süre sonra iyi haberi aldım. Karşılaşılan onca hastadan biri değil de toplumsal ve psikolojik yönleriyle ele alınırsa üstesinden gelinebilecek bir durumdu. Mutlu sonla bitmesi gerçekten de şanstı. Daha sonra benzer konumdaki bir hastanın, çözümü ancak hastanenin çatısından kendini boşluğa bırakmakta bulabildiğini bir gazete haberinden öğrendiğimde içim bir kez daha acıdı. Başka öyküler de var kuşkusuz, bildiğim, yaşadığım ya da haberimin olmadığı. Hepsi aynı noktaya gidiyor: Tüberküloz rehavete kapılabileceğimiz veya fedakârlık yapabileceğimiz bir sağlık sorunu değil.

Biliyoruz ki şu an tüberkülozu kontrol altında tutabilecek bütün önlemleri eksiksiz biçimde yerine getirsek ve taviz vermeyerek sürdürsek bile sorunu 30 yıldan önce çözmemiz, bu hastalığın bulaştırıcılık ve ortaya çıktığı riskli grupların özellikleri nedeniyle olası değil. O önlemleri alabilmenin de çok uzağındayız zaten.

Çin deyişine uyarlayacak olursak, bugünü düşünüyorsan anlık düzenlemelerle o günün sağlık gündemini biraz rahatlat, birkaç yıl sonrasını düşünüyorsan hastalarını tedavi et. Ama 100 yıllar sonrasıysa düşündüğün koruyucu hekimliğe, eğitim etkinliklerine, eşit, karşılıksız ve kesintisiz sunulan sağlık hizmetlerine önem ver ve uygulamadaki düzenlemeleri bilimsel dayanaklarla yap…

http://www.radikal.com.tr/radikal2/ince_hastalik_hikayeleri-874596

İnce Hastalığın İncelikleri

Şimdilerde ülkemizde verem savaşı dispanserlerinin tarihsel işlevlerini tamamladığı yanılgısına kapılan kesimlerin olduğunu görüyorum. Oysa kalıcı doktor ve yardımcı sağlık personellerinden oluşan, tüberkülozla savaşımın gereklerini içine sindirmiş, eğitilmiş ve özveri ile işlerini yapan dispanserlere, çalışanlarına halen gereksinimimiz var. Tüberkülozun dünya ve Türkiye tarihi, bakmasını, yorumlamasını bilene çok önemli dersler içerir. Özellikle de yalnızca “ne oldu?” sorusuna yanıt aramak adına geçmişte yaşananları betimlemek yerine “niçin oldu?” sorusuna yönelik toplumsal, demografik, kültürel, parasal vb birçok yönünü araştıranlar için.

Yüz milyonlarca yıldır varlığını sürdüren, beş bin yıldır insanda hastalık yapıyor olsa da, 1882 yılından beri tüberküloz hastalığının etkeni olarak tanıdığımız bir mikroorganizma ve tedavi yollarına ilişkin en renkli anekdotlara sahip olup 1952 yılından beri ilaç tedavisinin temel ilkeleri ve sorunlarıyla ilgili sürekli yeni bilgiler edindiğimiz, tam çözdük dediğimiz anda yeniden sorun haline gelen bir hastalıkla karşı karşıyayız.

M.Ö. 460-370 arasında yaşamış olan Hipokrat döneminde betimlenen bir hastalık tablosu, tüberküloz ile uyumlu olup “phthisis” (erime) ya da “consumption” (tüketim) adıyla anılıyordu. Etkili bir tedavisi olabileceğinin öğrenildiği son 60 yıldan daha önce, açık hava, bol gıda, egzersiz, seyahat gibi önerilerle izlenen tüberkülozlu hastalar büyük oranda ölüyordu. Hatta Hipokratik okullarda öğrencilere, ne yaparlarsa yapsınlar ölecek olması nedeniyle, ileri evreye gelmiş bir “phthisis” hastasını ziyaret etmeyi, ünlerini korumak için, reddetmeleri salık veriliyordu.

Sanayi devriminin bir ürünü olarak da değerlendirilen tüberküloz, karanlık, kötü yaşam koşullarında, kalabalık ortamlarda yaşayan, iyi beslenemeyen kişilerde daha sık görülüyordu. Hastalığın yoksul işçi sınıfını etkilediğini gözlemleyen Dubois’e göre “Verem epidemisi (salgını) kapitalist toplumun, insafsız emek sömürüsü nedeniyle ödemek zorunda olduğu kefarettir”. 19. yüzyılda yüzde 70’i tüberküloza yakalanan Avrupalıların yüzde 7’si bu hastalıktan ölüyordu.

Ülkemizde sağlık alanındaki en eski (1930) ve en kapsamlı kanun olan 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanununda tüberkülozun bildirimi zorunlu tutulmuş olup kontrol altına alma, yayılmasını önleme, tanı, tedavi ve hastaların tecridi konularında kapsamlı ve zorlayıcı önlemlere yer verildi. Yine 1949 yılında 5368 sayılı “Verem savaşı hakkında kanun”un kabul edilmesiyle, verem savaşı dispanserleri (VSD), sağlık ocakları ve hastanelerle bu savaşımın sürdürülmesinde kararlılık ortaya kondu. Tüberküloz ölümlerinin, Türkiye’deki ölüm nedenlerinin ilk sırasında yer alması 1950’li yıllara dek sürmüşken, 1960’lı yıllarda tüberküloz ile savaşım tarihine “Türk mucizesi” olarak geçen tüberküloz sıklığının azalması sonuçları, ülke çapındaki kapsamlı tarama ve aşılama çalışmalarının sonucudur. 1953-1959’da tüberküloz mikrobuyla karşılaşmış ancak henüz hastalanmamış (enfekte) kişiler nüfusun yüzde 56’sı iken bu oran 1980-1982’de yüzde 25’e düştü. Tüberküloz sorununun çözüldüğüne ilişkin yanlış kanı ve kaynakların azaltılıp başka yönlere aktarılması ile tüberküloz yeniden önemli bir sağlık sorunu olmaya başladı. Nüfusun enfekte olan kesimi, ki Türkiye nüfusunun dörtte biri olarak tahmin ediliyor, yeni hastaların topluma katılması için kaynak havuz işlevi görüyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 2002 yılı raporunda Türkiye nüfusu 66 milyon 668 kişi ve tüberküloz tanısı konulan hasta sayısı 18 bin 38’dir. Bu rakamların bütün hastaları içermediği biliniyor, hem tanı almadan toplum yaşamını sürdüren kişiler söz konusudur hem de bildirimi zorunlu bir hastalık olmasına karşın tüberküloz bildirimlerinde halen eksiklikler mevcuttur. Bir yandan da tedavi uyumsuzluğu olan hastaların tüberkülozla savaşımımızda oluşturdukları tehdit çok önemlidir.

Son 10 yılda dünyada tüberküloz konusunda önemli gelişmeler oldu. DSÖ öncülüğünde, 1991 yılından bu yana yeni bir tüberküloz kontrol stratejisi hızla yayıldı ve günümüzde temel yöntem olarak kabul edildi. Doğrudan gözetimli tedavi (DGT) stratejisi olarak adlandırılan bu yöntemin tanımlanan bileşenleri arasında, ilgili uygulamalar için politik iradenin ortaya konması yer alıyor. Her bir doz ilacın hasta tarafından içilip yutulduğunun görülmesi ile yürütülen DGT sayesinde uyumsuzluk sorunu önlenebildi ve tedavi başarısı oranları yükseltildi.

Dünya nüfusunun üçte birinin tüberküloz basili ile enfekte olduğu, dünyada her yıl 8 milyon kişinin tüberküloz hastalığına yakalandığı ve yaklaşık 3 milyon kişinin tüberküloz nedeniyle öldüğü, ölümlerin yüzde 95’inin gelişmekte olan ülkelerde olduğu biliniyor. 1993 yılında DSÖ tüberküloz konusunda “Dünya çapında acil durum” ilan etti, bu bir hastalık için ilan edilen ilk acil durumdur. Dünyada 2000 yılı sonunda 148 ülkede DGT stratejisi uygulamaya başlandı. Bulaştırıcılığı olan hasta grubu olarak “yayma pozitif” hastalardaki tedavi başarısı, 1999 yılında DGT uygulanan bölgelerde yüzde 80 ve uygulanmayan bölgelerde yüzde 27,6 oldu.

Türkiye, DSÖ kayıtlarında, DGT uygulamayan ve tedavi sonucu bildiremeyen bir ülke olarak listeleniyor. DGT stratejisi ile önemli başarılar sağlanması ve maliyet-yararlılık analizlerinde çok etkili olduğunun görülmesi, dünya çapında önemli bir harekete yol açtı. Türkiye’de ilk kez 2000 yılında Nazilli, hemen ardından Denizli VSD’leri gönüllülük esasıyla DGT vermeye başladı ve yüzde 92 olarak saptanan tedavi başarısı oranı ile dikkatleri konuya çekti.

Bulaşıcılık ve tüberküloz mikrobunun düzensiz, uygunsuz tedaviler sonucu ilaçlara direnç kazanması gibi yönleri, tüberkülozu toplum sağlığı açısından da son derece özellikli ve öncelikli bir konuma getiriyor. Bu nedenle tüberküloza yönelik savaşım mutlaka kararlılıkla, ilgili kurumların mutlak işbirliği ile geliştirilmeli, konu hakkındaki kararlar ve düzenlemeler sağlam temellere dayandırılmalı, geri dönüşsüz olabilecek uygulama hatalarından özenle kaçınılmalıdır.

Bu durumlar göz önünde bulundurulduğunda, Tüberkülozda Ulusal Kontrol Programının önemli yapı taşlarından olan Verem Savaşı Dispanserlerimiz, özverili uğraşlarını, -halen bir meslek hastalığı olarak kabul edilmemiş- tüberküloza yakalanma riskine karşın sürdürmeleri nedeniyle kendilerine borçlu olduğumuz çalışma ekibi, bizim için bir şans olup vazgeçilmezdir. DGT ülke geneline yaygınlaştırılmalı, tüberküloz konusunda doktorlarımızın, hastalarımızın ve halkımızın sürekli olarak eğitilmesi sağlanmalıdır. Tüberküloza özel birçok konuda bilgili, deneyimli ve kararlı bir ekiple savaşım verilmesi zorunludur.

Bir üniversite öğretim üyesi ve tüberkülozla savaşa emek veren bir doktor olarak Verem Savaşı Dispanserleri, hastaneler ve sağlık ocaklarının işbirliğiyle yürütülen iyileştirme çalışmalarının, yıllardır süre giden organizasyon bozulmaksızın ve zaman yitirmeden uygulamaya konması gerektiğine inanıyorum.

http://www.radikal.com.tr/radikal2/ince_hastaligin_incelikleri-874542

Dansçılar

Dans pistindeyim. Çok kalabalık. Adım atmaya yer yok. Daha doğrusu, şimdilik bu gerekçenin ardına sığınıp bir köşede izleyici olmayı yeğliyorum. Dediğim gibi yalnızca kısa bir süreliğine… Danslar sürüyor. Müziği duyuyorum, elbette ayrıntılarını seçmeksizin. Çok iyi biliyorum ki herkesin algıladığı ayrı bir melodi var. Dansını ona uydurmuş, kendisiyle dans ediyor. Karşısında eşi olanlar bile kendi kendine… Önce izlemeyi seçtim, çünkü bir birikimim olmalı. Bütün dansları yapmak zorunda değilim ya yine de bilmek istiyorum.

İlk aşama: Gözlem… Gözlerime güveniyorum, söylenmeyeni görüp yüreğime gösterebilirler. Daha sonra konuşmalı; tek tek insanlarla, açık açık, dinlemeyi bilerek.  Kulaklarım işin bilincindeler, görülmeyeni duyabilirler. En sonunda dilim devralır görevi ve “Anlatmak” başlar. Yalın ve gösterişli, herkese yakın ve bir o kadar da bana özel… Anlatırım.  Şimdi olduğu gibi.

İşte ilk dansçı; birincisi…

“Güzel bir kadın. Güzellik kavramının değişkenliği, göreceliği söylevine hiç gerek yok. Kadın alabildiğine güzel, alımlı. Devinimleri hırçın. Dansı tek başına sürdürüyor. Biraz sonra bu konuda yanıldığımı anlıyorum. Kadına eşlik eden birisi var. Sönük, sanki isteyerek kendisini geri çekmiş. Bütün yansızlığıma, yalnızca bir gözlemci oluşuma karşın ben bile varlığını sezmekte zorlanıyorum. Orada olduğunu öğrendikten sonra da her an izleyemiyor, zaman zaman gözden yitiriyorum.

Kadın umursamaz… Adamın çevresinde durmaksızın dans ediyor. Bir kez olsun bakmıyor yüzüne, hiç gülmüyor gözleri. Yaşadığının tek kanıtı figürleri. Bilerek izlendiğini, beğenildiğinden emin dansını sunuyor. Adımları rahat, kendine güvendiği her halinden belli. Gel diyor gibi, sonsuza dek izlemenin çağrısı sanki. Kadını sonsuza dek izleyebileceğinden adamın kuşkusu yok. Seyrettiği dansın tutsağı olmaktan yakınmıyor. Belli ki bu kendi seçimi…

Kadın körkütük pervasız… Her deviniminin peşinden hayranlıkla koşan bir çift gözün, sıcak bir yüreğin ayrımında değil sanki. Olsalar da olmasalar da bir ona göre. Tavırlarından bu anlaşılıyor. Hemen hissetti oysa gözlerin yokluğunu, yüreğinse soğuduğunu. O anda anladı kadın, seyircisiz ve sevgisiz yalnızca dönebilirdi, bir daha dans edemedi.”

Adam için dillerde bir kaç söylenti dolaştı. Sonra da unutuldu. Başka bir dansçı buldu, diyenler oldu. Bir önceki deneyimi akıllanmasını sağlamıştı, bu kez hem izledi hem dansetti. Gözlerini bir daha hiç o denli dikmedi, yüreğini öylesi vermedi. Kimilerine göre dansa tövbe etmişti; onu çabucak yılmış gibi gösteren bu varsayımı dinlemedim bile. Bana kalırsa o da dansını sunuyor, dilediğince, bildiğince… Belki günün birinde pistte karşıma çıkar, onu da seyrederim.

İkinci dansçı başka bir köşede…

“Sürmeyeceğini biliyordu ya müzik susmuyordu. Notalar sarmıştı çevresini; duramıyordu. Başlangıçta dansı bırakmaya yeltenmişti, uzaklara, danssızlığa gitmeyi istemişti. Düşünüyor, karar veriyor, başlatıyor, cayıyordu. Her keresinde aynı sırayla. Onu pistte tutan neydi? Sevgi? Nefret? Tutku? Öç? Boş vermişlik? Bağımlılık? Hepsi güçlü duygulardı ya acaba hangisi onun gerekçesiydi? Gözlerini kapatmış, gerçekleri görmek istemiyor. Bir “Kardanadam”ın kollarında. Hiç üşümüyor. Adamın kardanlığı soğukluğundan değil, geçiciliğinden. Biliyor adamın sonunda eriyeceğini, ama geçen zamanı bunu düşünerek kendine zehir etmek istemiyor. Elinde olmadan başlatıverdiği döngüyü cayarak sona erdiriyor. Sonra yine dans… Her şeye karşın… Umarsızca… “Kardanadamla dans” kendi seçimi, bırakamıyor. Öte yandan duyduğu melodi kendisi için çok yeni, bu dilde bir şarkıyla ilk dansı. Keyif alıyor.  Sevgisi artıyor, eşi azalıyor. Coşkuysa hiç dinmiyor.”

Üçüncüsü daha bir başka…

“Dar bir pist seçmiş kendine ya da başkalarınca oraya konmuş. Binlerce duvar var sınırlayıcı, pistin darlığı yetmiyormuş gibi. Duvarlar yer yer serpiştirilmiş, ummadığı anda karşısına çıkıversinler diye besbelli. Dansçının algıladığı müzik çılgın. Dansçı mı? Dansına tutkun… Duvarlara çarpıyor dans ederken ve her birinde teninin bir parçasını bırakıyor terinin bir damlasıyla birlikte. Ama bırakamaz dansı, son notayı yakalamaya yeminli. Yakalar, biliyorum. Son nota, bir anda yeni bir melodiye dönüşür. Böylelerinin dansı hiç bitmez. Her keresinde yeni bir antla, doymamacasına…”

Sayısız dansçı var aslında. Ne seyretmekle bitiyorlar ne de anlatmaya dil yetiyor. Bir de benim dansım, devinimlerim…

“Başlangıçtayken henüz, seyirci isterim dansıma. Beğeni yüklü bakışlar ararım yüzlerde. Devinimlerimi gözlerin, yüreklerin önüne sererim. Bu kısacık bir andır. Başlangıç yüreğime ulaştığında yüzler silinir, o an yüzlerce figür kalır ayaklarımda. Dolaşırım pisti bir uçtan bir uca. Özgür adımlarımın tek tanığı dansım… Dansımın sürdürücüsü adımlarım. Bundan sonrasını tutkuya bırakırım.”

Bir dans pistindeyim. Çok kalabalık. İzlemeyi seviyorum ve dansı… Her dans bir yaşam sanki…