Bu saat oldu. Günün büyük bir kısmı aktı, geçti. Geri kalanında da bir sürü tasarı, program. Yazmaya başlarken bunun bir “günlük” olmasını düşünmemiştim. Hatta öyle olmaması gerektiğini düşünüyorum. Hem zaten insan, her gün anlatılacak bir şeyler yaşar mı? Yaşamaz mı? Anlatılmazsa unutulur, düsturundan yola çıkmıştım. Peki, unutulmaması gereken şeyler her gün yaşanır mı? Yaşanmaz mı?
Nereden başlasam derken karşımda duran yeni kitaplarıma gözüm takılıverdi. Evet, birkaç gün önceki siparişlerim bugün elime geçti. İçim içimi yiyor bir an önce açıp okumak için. Henüz iş yerindeyim ve her an dikkatimi bölecek bir şey araya girebilir. Okurken bunu istemem. Yazarken olabilir. Çünkü yazmak benim sorumluluğumda ve onu, o ana dek yazdıklarımı yeniden okuyuverince kaldığım yerden sürdürebiliyorum. Diğeri ise bir başka dünyaya konukluk; üstelik başkasının emeğine saygı. Bir dostla söyleşirken, hele de onu dinlerken bırakıp başka işle uğraşılır mı? Kitaplarımla baş başa kalacağım anı iple çekiyorum.
Bugün bir dostun -hepi topu iki kez gördüğüm, öyle uzun sohbetlere zaman bulamadığım ama yürekte dostluk ilmeklerini karşılıklı attığımızı bildiğim bir insanın- içimi ısıtan bir jest yaptığını öğrendim. Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Fizyoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Cem Şeref Bediz’in, facebook sayfamda paylaştığı bir fotoğraf ve alt yazısı sayesinde bilgim oldu. Aktif eğitim sisteminde Probleme Dayalı Öğretim yöntemiyle eğitim veren, bundan 20 yıl kadar önce bizim fakültemize de model oluşturan bir fakültede, hele de işini hakkıyla yapanlardan biri olması tanışmamız sırasındaki ilmeklerden biriydi. (Bir Volkswagen Beetle (klasik elbette) ve bir de T2 Wolkswagen (Sakız Hanım) sahibi olduğunu söylersem beni tanıyan birçok kişi bunun da diğer bir kalın ilmek olduğunu hemen anlar.) Fakültemdeki bu eğitim yönteminin -arada bir yıl boşluk dışında- 2000 yılından beri bir parçasıyım. Yararına yürekten inanıyor ve birinci sınıfın ilk oturumlarında seve seve görev alıyorum. O sırada aynı gruba denk geldiğim öğrencilerimi uzun yıllar izlemek, meslektaşım olmalarından sonra da bağımızın sürdüğünü görmek beni işimle ilgili en çok mutlu eden yönlerden biri. Sevgili Cem Bediz Hocamın da aynı duyguları yaşadığını biliyorum. O, aynı zamanda beni onurlandıran bu seçimi ile bir aşama ileri gitmiş. İki ay süre ile beraber çalıştığı öğrencilerine, son oturumda benim hasta hikayeleri kitabımı, Kalbimiz Attıkça’yı, armağan etmiş. Ellerinde kitaplarıyla fotoğraf çektirmiş olan gelecekteki meslektaşlarımı görmek beni çok duygulandırdı ve sevindirdi. Kitapta yer alan gerçek hasta öykülerinden yaşama ve mesleğimize, hasta-hekim ilişkisine yönelik çıkarımlar yapmalarını, ileride benzerlerini yaşar/yazarken akıllarının bir köşesinden beni geçirmelerini yürekten diliyorum. O anda benden güç aldıklarını, elimi omuzlarında hissedip doğru bildiklerinde devam etmek için destek bulduklarını hayal ediyorum.
Arada bana “Hocam, ne zaman yorulduğumu düşünsem ya da tükenmiş hissetsem, açıp kitabınızdan okuyorum ve bana çok iyi geliyor” diyen bir öğrencimle karşılaşıyorum. Bu da bana çok iyi geliyor. Yazmaktan vazgeçmeyeceğimi biliyorum. Yaşananlar, biriktirilenler, her türlü deneyimin yardımıyla yaşamdan damıtılan ya da bunu bizden önce yapmış olanlardan edinilen çıkarımlar paylaşılmazsa israf ediliyor diye düşünürüm. Bu nedenle de dinlemeye hazır olanlara anlatır ya da okumaya hevesli olanlar için yazarım. Geri dönüşler olur ve bunlar hedeflediğim sonuca ulaştığımı gösterirse ben de sürdürmek için güç bulurum.
Bir süredir, özellikle de yararları konusunda inancım netleştikçe, daha çok kişiyi yazmaları konusunda yüreklendirmeye başladım. Kimi zaman “ama benim hiç yazma yeteneğim yok” itirazları duyuyorum. Bu işin ne kadarı yetenek bilmiyorum, ama geliştirilebileceğini kendi sürecimde çok yakından gördüm. Yazmak için okumak, dinlemek, gözlemek ve bütün bunları bir de insanlara anlatmak, ama süreklilik kazandırmak ve nihai amacın yazmak olduğunu hep aklın bir köşesinde tutmak gerekiyor. Her hikayemde, bir öncekine göre tekniğimi geliştirdiğimi, üstüne tarzımı oluşturduğumu görebiliyorum rahatlıkla. İnsan kendine karşı tarafsız olamayabilir kuşkusuz. Ancak zaman zaman kendimi sorguladığımı, eleştirdiğimi, düzeltmek için kararlar alıp bu kararları uygulama konusunda kendimi zorladığımı bildiğimden beğenmişsem onun da haklı bir gerekçesi olacağını düşünüyorum.
Beni etkileyen bir olayı değişik kişilere anlatıyorum. Elbette söz edilen insanların mahremiyetine saygı göstererek… Her anlatışımda, ben de yaşananların üzerinde yüksek sesle düşünmüş gibi oluyorum. Anlattığımı dinleyen değişik kişilerden gelen yorumlar ile olayın değişik yönlerini görebiliyor, üzerinde yeniden düşünebiliyorum. Bu şekilde hepsini “demlendiriyorum”. Olgunlaşıyor. Sonra bir an geliyor, yazdığım herhangi bir yazıda yerini buluveriyor. İlk yaşandığı ana göre değişmiş, dönüşmüş olarak. Üzerine benim ve onu dinleyenlerin duyguları, algıları ve hatta duyuları sinmiş oluyor. İçine girdiği anlatıyı/yazıyı da değiştiriyor ve dönüştürüyor. Onu dinleyen/okuyanı da… Bu böyle sürüyor.
Şimdi eve gidip okumaya başlayabilirim. Sabırsızlanıyorum yeni dünyalarla tanışmak için. Ardından yine yazarım. Öykü olur, deneme olur, epeydir olmadı ya belki şiir olur, buraya “günlük” olur.. Ne de olsa her yaşanan, düşünülen, düşlenen anlatmaya değer.
©Göksel Altınışık Ergur
yayınlanma tarihi: 25.3.2018