Hah şöyle, araban olmasının ayrıcalığını sonunda yaşabiliyorsun. Beni yaşamına kabul etmen için ne kadar uzun süre bekledim.
Annenin geç bir yaşta beni alma kararında biraz da sen etkili olmuştun; öyle ya artık rahata alışılmış olması gereken bir anda neden yaşlı bir arabanın dertlerini göze alsın? Hele de beni bulduğu andaki halim göz önünde bulundurulduğunda. İlk karşılaştığımız anı hiç unutmadım. Onun da anımsadığından kuşkum yok. Sıradan bir alıcıydı. Aslında üretimden kalkışımızdan bu kadar yıl sonra, bir vosvos alacağım demek ne kadar sıradan olabilirse o kadar. Ben, sarılmamış yaralarımla ve buraya kadarmış duygusuyla atölyenin bahçesinde bir köşede öylece dururken gözü bana takıldı. Ne oldu, diye soramadı. Üzüldüğü belliydi. Yarım ağızla ona önerildiğimde, açık sözlülüğünün bir örneği olarak “Bunca yıl bekledikten, düşledikten sonra bu haldeki bir arabayı görüp de tamam işte düşlerimin aracı demem zor.” dedi.
Yine de aklına takıldığımın farkındayım; yoksa rüyasına girmezdim, aklını çelmezdim. Bir süre başka vosvosları görsün diye bekledim. Bu sırada onu uzaktan izledim. Kapılıp gidememesini, bir işaret bekler tavrını kendim için birer işaret saydım. Soranlara, özel bir vosvosun beni bir yerlerde beklediğinden hiç kuşkum yok, yanıtını vermesiyle yüreklendim. Rüyasını anımsamıyordu, ama bir şeylerden kuşkulanıyordu. Sabah çok kararlı uyanmıştı çünkü. Hemen ustamı arayıp kararını bildirdi; beni istiyordu. Ne olursa olsun beni yaşama döndüren kişi olmayı seçmişti.
Onarım sürecimde de beni hiç yalnız bırakmadı. Bazen umutsuzluğa kapıldım. Eski hallerimin fotoğraflarını bulmuştu. Yine öyle olmak için ben de can atıyordum, ama bir zamanlar var olup da şimdi yitirilmiş olanı yerine koymak zordur. Onu düş kırıklığına uğratmaktan korkuyordum. Kimi zaman umutsuzluğum derinleşiyordu. Zamanla boşuna kaygılandığımı anladım. Beni bir kez sevmişti; dış görünüşüm ne haldeyken hem de. Aradan geçen zamanda yaşadıklarımız beni onun için daha özel kılmıştı. Artık anılar da vardı arada. Onun olmuştum; gerçek anlamda.
Bu sırada ona destek verenleri de unutmamak gerekir. Tam olarak öyle biri değildi belki ama, kararlarının onaylandığını görmek insanlara iyi gelir. “Teknoloji akıntısına karşı koyup direnmene, rahat ve konforu bir kenara iterek hobi bile olsa eski değerleri yaşatmaya çalışmana ve bundan haz almana saygı duyuyorum” demişti bir arkadaşı. Birkaçı eskiden vosvosları olduğunda neler yaşadıklarını anlatarak yüreklendirmişlerdi. En çok çekindiği sık sık arızalanmam ve onu yolda bırakmamdı. Yüreğine su serpebilmeyi isterdim; bunu benim yerime bir başkası yaptı. “O araba bozulsa bile insanın morali bozulmamalı; mutlaka bir şeyler olup çalışacaktır. Redkit’te o kadar silah patlar da hiç ölüm olmaz ya bu da onun gibi bir şey…” Zaten en zor kısım ilk kalkışma anıydı, sonrasını zaman halletti.
Belki anımsamazsın, en başlarda sana da söylemişti: Ehliyetini alır almaz beni ödünç alabileceğini. Yeni yetme hallerinle “Yok, almıyım” diyişin onu üzse de sesini çıkarmamıştı. Sabırla bekledi. Sanırım seni iyi tanıyordu. Belki de yıllar yılı özüne kattıklarından emindi. Sana, ilgini benden esirgediğin o dönem için kızgın değilim. Böylece bize zaman tanıdın. Birbirimizi daha çok sevmemize, tanımamıza, maceralar yaşamamıza. Beni sana hazırladığını çok sonra anladım. Biz vosvosların bir ruhu olduğuna inananlar vardır. Ruh mu bu bilmiyorum ama sezgisel bir yeteneğimiz var. Belki de bunu sağlayan, mutlu pikniklerin, ilk gençlik çılgınlıklarının, tutkuya dönüşen aşkların tanıklıklarıdır. Sahiplerimizle bir bağ oluşturabiliriz. Onlara benzeriz bir süre sonra. Beni yavaş yavaş kendisine benzetti. Seni koruyayım, kollayayım, ama bunu yaparken de bunaltmayayım diye eğitti. Bu yüzden şimdi içi rahat; seninle alıp başımıza gitmemizi biraz da sevinerek izleyebiliyor. Tıpkı kendisinin ilk arabasıyla çıktığı tatili annesinin izlediği gibi. Hatta bu kez yaşanan ayrıcalığın da farkında; eşlikçinin ben olduğumun yani.
Uğurlamaya arkadaşlarım da geldi. Aralarından ilk defa ben böyle bir geziye çıkıyordum. Gözlerindeki imrenmeyi görebiliyordum. Annem ardımdan su döktü. Su gibi git dön… Belki gözyaşı da dökmüştür; onu tanıyorsam tutamaz kendini. Bana fark ettirmedi. Onda aklım kalırsa dikkatimi yola veremem diye.
Henüz şoförlükte çok deneyimli değildim. Annem başka kimseye kullandırmadığı vosvosunu bana vermişti. Küçüklüğümden beri bunu yapacağını söylerdi, ama ben pek hevesli olmazdım. Yaşım dolar dolmaz başlayan annemin ısrarlarını duymazdan gelerek ehliyet alma işini savsaklamıştım. Fakülte bitip de staja başlayınca hareket serbestim için bir arabanın önemini yaşayarak gördüm. Sonunda ehliyetimi aldım ama, kendi arabamın olmasına daha zaman olduğunu fark edince “Annem, senin vosvosu alayım bari,” dedim. Bunun üzerinden üç buçuk aylık bir süre geçmişti. Birkaç kilometrelik ev-iş yeri yolunda gidiş gelişlerden öteye geçmemiştim. Başlarda tam varış zamanıma denk gelecek şekilde evden telefon geliyordu; yok annem değil, ya babam ya kardeşim. Şuyumu almış mıydım, akşama falancalar gelecekmiş, şuymuş buymuş. Bir gün telefon gecikince yokluğunu hemen hissedip ben aradım. Babamın rahatlayan sesi ve “Seni aramak için bir türlü özgün bir gerekçe bulamamıştım. Annen başımın etini yiyordu,” derkenki sıcak gülüşü üzerime nasıl titrediklerini anlatıyordu.
Şehir dışına birkaç kez ve hep yanıma birilerini alıp gitmiştim. Yaz tatilinin bir haftası yalnız başıma geziye gitmek için bir süre önce kendime, sonra da evdekilere dil döktüm. Kolay olmadı izni koparmam. Caydırma girişimlerine kararlılıkla göğüs germem gerekti. Bagajı yiyeceklerle dolduran anneme ses çıkaramadım. Benzin depomu dolduran babama minnetle baktım. Arka koltuğa kitaplar, not defterleri yığdım. Altınoluk’ta teyzemin yazlığına gidecek ve oradan Behramkale’deki vosvos şenliğine katılıp bir hafta sonra eve dönecektim. Kulağıma hoş gelen bir tasarıydı. Gerçek olmasına az kalmıştı.
İzmir’den Çanakkale yoluna çıktım. Menemen ve Foça yol ayrımlarını geçtim. Daha önce geldiğim sınır Yeni Foça’ydı. Oradan bir tekerlek öteye geçtiğimde bile kalbim hızla çarpmaya başladı. Ayvalık ve Sarımsaklı plajlarının yol ayrımında biraz tedirginleştim. Daha ne kadar yolum vardı? Torpidodan yol haritasını çıkardım. Bundan sonra da yeni maceralara atılacaksam elimin altında harita bulundurmaya, onu okumaya alışmalıydım. Epeyce daha yolum olduğunu görünce bir köy kahvesinde durdum. Soluklanırken ne kadar iyi gittiğimi, bu işi başaracağımı kendime yineleyerek güç topladım, kendime güven tazeledim.
Tam arabaya yeniden oturmuştum ki yanıma bir adam yaklaştı; camı tıklattı. Küstah, ısrarcı. Bütünüyle açmadım da araladım pencereyi. “Ateş? Ateşin var mı?” Tüylerimi ürpeten çirkin bir gülüşü vardı. Kafamı iki yana salladım. Yoluma devam ederken, dikiz aynasından gördüm çakmağını çaktığını. Gecenin Öteki Yüzü’nde Müşfik Kenter’in repliği geldi aklıma. “Madem ateşin var; ne duruyorsun karanlıkta?” Adamın ateşi (!) yoktu belli.
Balıkesir-Çanakkale ayrımından sola saptıktan sonra zeytinlikler arasından, denizi kâh bulup kâh gözden yitirerek ilerledim. Burhaniye, Edremit, Akçay ve Altınoluk… Başaracağımızı biliyordum; ben ve vosvosum. İşte evin önündeydik ve eşyaları indirip yerleştirmeden önce zamanımı geçireceğim bu mekânda küçük çaplı bir temizlik yaptım. Annem bu halimi görse benimle gurur duyardı. İş başa gelince yapılır annem, deyişime kızmış görünürdü.
Beni evin önüne çekti-neyse ki bir ağaç gölgesine-sonra da ortadan kayboldu. Bütün gün kitap okuyor, yazıyor, müzik dinliyor, yüzmeye gidip geliyordu. Balkondan, tül perdenin arasından gördükçe yalnızlığımın uzayacağını düşünüyor, çıkıp da kapıyı kilitliyorsa umutlanıyordum. Araba sahibi olmaktan, özgürlükten ne anladığı konusunda kuşkuya düştüm.
Bir gün yanıma yaklaştığını gördüğümde ise artık heyecanlanamaz olmuştum. O da ne, kapımı açtı ve geçti oturdu. Yoksa beklenen an gelmiş miydi? İşte bu, işte bu diye bağırdım; duyuramadım. Biliyordum; bir yerden başlayacağımıza inandım hep. Hedefimiz Assos, ileri diye bağırdığında çoktan ileri atılmıştım bile.
Küçükkuyu’dan henüz çıkmamıştık ki bir sarı levhaya takıldı gözü: Zeus Altarı. Birden durdu ve o bozuk köy yoluna daldı. Bilmediği, hem de böylesi dar ve dönemeçli toprak bir yola dalma yürekliliği övgüyü hak ediyordu. Levhada 4 km yazmıştı ya o kilometrelerin nasıl geçtiği bir de bana sorulmalı. Kötü bir yoldu ama o daracık yoldan döne döne dağa dolanırken her dönemeçte ya Edremit Körfezini ya da çam ormanını görmek kalkan tozu, rahatsız eden taşları, tırmanışın zorluğunu unutturuyor, en azından katlanılır kılıyordu. Son yol çatalında, Zeus Altarı okunun yönlendirmesine uyarak o sarp yokuşa sardığında yüreğim ağzıma geldi. O da anladı beraber gitmemizin zorluğunu. El frenim çekili olduğu halde hızla geriye doğru kayıyordum. Korktu belli, ama soğukkanlılığını korumaya çalışarak geri geri gidip uygun bir noktada beni bıraktı. Tek başına tamamlayacaktı yolun gerisini.
Bir yandan böylesi dağ başında yalnız başıma yürüyor olmaktan dolayı huzursuz oluyor bir yandan da kendime söyleniyordum. Zeus adını okur okumaz direksiyonu kırmıştım. Altar ne demekti onu bile bilmiyorum. Sunak demekmiş. Bir taş yapı. İçinde kovuk olduğunu düşündüren bir açıklık. İçi pet şişe doldurulmuş. Adak adamışlar belli. Bir de ağaç var; ağaçlıktan çıkmış. Tek bir dalı boş kalmamacasına kumaş, kâğıt bağlanmış. Burada dilek diliyorsun, gerçekleşirse kovuğa pet şişe atıyorsun belki de (!) Tüh bana, tüh mitoloji merakıma. Burada başıma kötü bir şey gelse kimsenin ruhu duymaz. Bir de sevgili arabamı aşağıda korumasız bıraktım. Ama şu uçurum kenarından görünen Edremit Körfezi değil mi? Koyları nasıl da güzel; oya gibi işlenmiş. Yeşil mavinin içine dek nasıl da girmiş. Gökyüzüne ne kadar yaklaşmışım. Bulutsuz mavinin de tadı bir başka canım. Yalnızca kuş ve cırcır böceği sesi dinlemeyeli epey olmuş. Bir de uğur böceği bulsam şimdi. Uç uç böcecik, desem, sözümü dinlese, dileğim gerçekleşse. Peki ne dilesem?
Dönüşte, o zorlu yokuşun başında arabamı ararken aşağıdaki köyü fark ettim. Bir hayalet köy gibiydi. Hiç insan görünmüyordu. Pencereler de camsızdı sanki. Hepsi aynı mimari özellikte; iki katlı, balkonsuz, üst üste dizili taşlardan evlerdi. Tepenin bir yamacını yukarı dek kaplamışlar. Üst üste sıralanmışlar gibi. O köye gitmeliydim.
Arabama ulaştıktan sonra içim daha rahatlamış, kendimi yeniden güvende hissetmiştim. Köye yöneldim. Yanılmıştım; köyde insanlar vardı. Tek tük de olsalar, dar sokaklarda yürüyorlar, birbirleriyle ayaküstü konuşuyorlardı. Mezarlıktan girmiştim köye. O zaman anlamıştım zaten; ölüleri olan bir yerin yaşayanları da olacağını. Bırakamayanlar olmalıydı; yitirdiklerinin anılarına sıkı sıkı sarılmakla ancak yaşayabilenler.
Köy meydanında bir çınar ve yanı başında çınar altı kahvesi vardı. Bir de köy çeşmesi. Beyaz kireçle boyanmış; üzerine çiçek desenleri çizilmiş. Desenlerin bazısı silinmiş, aşınmış. Suyu, olanca gücüyle akan bir çeşmeydi. Bir de olmazsa olmazı, testi dolduran kadınlar vardı. Kahveye yeni gelen yaşlı bir adam “Kalispera” dedi, merhaba diye selamladılar aralarına katılanı.
Evlerin arasındaki yolları izleyerek yukarı çıkmaya koyuldum. Yukarı doğru da, aşağı doğru da bütün yollar birleşiyordu. Bu köydeki insanların birbirleri ile haberleşmek için telefona gereksinimleri yok, diye düşündüm. Evlerin birçoğu oldukça bakımlıydı. Yalnız bir tanesinin yan duvarı olduğu gibi yıkılmıştı. İki katlı bu evin üst katındaki odada eski bir koltuk takımı duruyordu. Alt katın bir zamanlar mutfak olduğu belliydi. Ne güzel bir tiyatro sahnesi olur, diye düşündüm. Çocukların aklına gelse de burada anne babalarına bir oyun sergileseler. Onlar da gururla izleseler çocuklarını. Bu sırada birden köyde hiç çocuk olmadığını fark ettim. Demek ki daha çok yaşlıların inzivaya çekilme yeri gibiydi. Ben de böyle bir yerde beklemek isterdim yolun sonunu. Dostlar arasında, anılarımın kucağında.
Şenlikten bir gün önce yola çıkmam işe yaradı. Hiç ummazken geceyi geçirecek bir pansiyon buldum. Öylesine yorgundum ki başımı yastığa koyar koymaz uyudum. Yorgunluğumun kaynağı daha çok coşkuydu. Alışık olmadığım ama an be an içime işleyen, vazgeçilmezim olacağını hissettiğim.
Sabah erkenden çıktığım dönüş yolunda, gelirken gözden kaçırdığım bir tabelada köyün adını gördüm: Adatepe. Aklıma yazdım. Yeniden gelmek, daha çok zaman geçirmek için.
Tam zamanında buluşma yerindeydim. Çevrem renk renk vosvoslarla ve onların arabaları gibi güler yüzlü sahipleriyle kaplıydı. Kendimi seve seve coşkuya bıraktım. Gece arabamın içinde uykuya dalmadan hemen önce annemi düşündüm. Böyle bir şenliğe katılmak için yaşının elvermediğini gerekçe göstererek kendisini bu çok istediği türdeki maceradan mahrum bırakışını. Onu neden desteklemediğimi sordum kendi kendime; belki gerçekten yaşlı olduğunu düşünüyordum ben de. Bu düşüncelerim üzerine bir de, sabah yandaki arabadan çıkıp gerindiğini gördüğüm, göz göze gelince başımla selamladığım kadının onunla aynı yaşlarda olduğunu öğrenince iyice hayıflandım.
O tatilden döndüğünde, gönderdiğim kişi değildi. Hemen anladım. Sezgilerim beni yanıltmaz. Daha güçlü duruyordu; kendinin ve gücünün farkında. O daha küçücük bir kızken otobüsle yalnız yolculuk yapmasını desteklemiş, bunu özellikle ayarlamış, ona fark ettirmeden muavini cep telefonundan arayarak güzergâhı izlemiş ve varış noktasına sorunsuz ulaşmasını iki damla yaşla kutlamış olmaktan dolayı bir kez daha mutlu oldum. Tabii bir de onu koruyup kollayacak vosvosu hazırlamaktaki ileri görüşlülüğümden dolayı kendimi kutlamayı ihmal etmedim. Vosvos şenliğinde tanıştığını ve çok etkilendiğini yüzünde bin gülücük, karnında kelebeklerle anlattığı delikanlıyı bir sonraki yaz konuk ettik.
Şimdi vosvosumu da gelin gibi süslemiş olarak üçünü uğurlarken kendimi düşünüyorum. Aklımdan neler neler geçiyor. Mutluluğu ta içimde hissediyorum.
14.7.2009
Not: Bu öyküyü 1973 model vosvosum Haydar ile dördüncü ayımızı doldurduğumuzda yazmışım. Kızım daha on bir yaşındayken. Hayaller kurmuşum… Bazı anılarla yoğurmuşum. İyi de gelmiştir eminim. Haydar’dan 1 ay önce vazgeçtim. Aslında öylesi bir süreçti ki Haydar, benim de doğrusunun bu olduğunu anlamam ve onu başka maceralara bırakmam için elinden gelen her şeyi yaptı. Şimdi yeni sahibi için hazırlanıyor. Başka insanlara mutluluklar verecek, düşlerini gerçek yapacak diye mutluyum. Ancak onu çok özlüyorum ve biliyorum ki hep özleyeceğim…
©Göksel Altınışık Ergur
yayınlanma tarihi: 4.5.2018
Bazen istemesek de bir şeylerden vazgeçmek zorunda kalabiliyoruz ya da birileri bizden vazgeçiyor. Bu şu anlama gelmiyor değersizler ya da değersiziz.
Hayat yol ayrımlarıyla dolu. Zorunlu yol ayrımları …. Kimi zaman kendimiz için iyi olanı isterken kimi zaman da sevdiklerimiz için iyi olanı istemek durumunda kalıyoruz. Ama vazgeçişler hüzün vermemeli insana hayatımızdaki değer verdiğimiz herşey biz onlardan ayrılmak durumunda kalsak bile verdiğimiz değerle bizde, içimizde yaşar. Elbette duyulan özlem dinmez. Ama bizden uzakta bile olsa iyi olduğunu bilmek içimize su serper. Haydar'ın kıymet bilen ellerde olması dileğiyle.. Güzel paylaşımınız için teşekkürler…
Sevgili Göksel,
Merhaba.
Öykünü sindire sindire ve de yaşayarak okudum. Anneyi, kızını ve de vosvos Haydar’ı tanıyan biri olduğum halde anlatanı anlamak için dikkatimi diri tutmakta zorlandığımı belirtmek isterim. Acaba diyorum; anlatı girişlerinde “vosvos anlatıyor”, “kız anlatıyor”, “ anne anlatıyor” gibi başlangıçlar olsa daha mı iyi olurdu? Belki de ben şartlanmışlıklarımdan kurtulamadım ve bu nedenle yeni yazın teknikleriyle olayları kavramakta sorun yaşıyorum; bilmiyorum. Ama senin vosvos Haydar’a sevdanın, Nazım’ın “Kuvâyi Milliye – Yedinci Bap”ta öyküsünü anlattığı “üç numrolu kamyonet” için “Hiçbir zaman / böyle merhametli bir ümitle sevmedi / hiçbir insan / hiçbir âleti…” biçiminde tarif ettiği gibi olduğunu biliyorum. Vosvos Haydar’ın da sana sevdasını yıllar önce öykünde yazdığın, kurduğun hayallerin gerçekleşmesinden mi anlayacağız? Bugün idrak ettiğimiz Hıdırellez gününde dileğimiz, öykü ve şiir kitaplarının dünya dillerine çevrilip çok katılımlı imza günlerinin olmasıdır.
Şimdi yeni sahibine mutluluk verip düşlerini gerçek yapmak için hazırlanan vosvos Haydar’ı özledikçe senin de mutluluğun artsın inşallah…