Yük
Bir öykü var, sakladığın,
Bir öykü var, ardında duran,
Bırak onu, uyansın.
Şimdi sen bir anı düğümü önünde
Duvarcana uzanıp duran,
Taşlanmış yükünle uyuyansın.
Özdemir Asaf
ANKA KUŞUNU ARAMAK
Çocukluğunda çok sık taşınırlardı. Şehirler bırakıldıkça, evler değiştirildikçe o da küçük yüreğinde büyük ayrılıklar yaşardı. Alıştığı insanlardan, sevdiklerinden, en çok da kendince kurduğu düzenden koptuğunda aklı ardında kalırdı. Yol boyunca annesinin kucağına başını yaslar, ağlamak istemediği için tırnaklarını avuçlarına batırırdı. Vardıkları yerde hiçbir şeyi sevmeyeceğine içinden söz verirdi. Ama tutamazdı kendini, bahçelerindeki gül fidanını, babasının ağaç dalına kurduğu salıncağı, yol üstündeki şekerciyi seviverirdi. Yitirişler, yaşamının parçası olmuştu, bir yandan da en yoğun korkusu.
Yıllarca tek isteğinin belirli bir yerde yaşamak olduğunu sandı. Bütünüyle benimsediği, rahat ettiği, sıkıldığında kaçacağı köşelerini bildiği, yaşayanlarını tanıdığı bir şehirde yerleşmeye kalkıştığında ise böylesine her şeyiyle belirlenmiş bir yaşamda boğulacağını anladı.
Bu kez de alışkanlığı yollar olmuştu. Hiç durmadan değişimler yaşamalıydı, bağlılıkları uzun sürmemeliydi. Ayrılıklara birden karar veriyor, yanına birkaç parça eşyasını alıyor, en çok sevdiklerini ise nerede olduklarını bilmemecesine dağıtıyordu. Avuçlarında dayanılmaz acılar ve gözlerinde yaşlar olmaksızın, yalnızca her keresinde kalbi hızla çarparak yolculuklarını tamamlıyordu. Bu çarpıntıyı, her yeni sürüklenişine coşkulu bir merhaba olarak kabullenmişti. Vardığı karalara çıkıyordu çıkmasına, ama gemilerini yakmıyordu. Seferlerin tasarlanmadan gelmesine alışmış, kopuşları kanıksamıştı.
Yine bir yerleşme dönemindeydi. Çevresini tanımayı iş edinmişti bir kez daha. Ona göre her insan ayrı bir yaşamdı, incelenmesi gereken. Bir noktaya dek emek veriyor, bu sırada umutsuzluk ya da pişmanlık duymuyordu. Birlikte yaşananlar biriktikçe, birlikte yaşanacaklara ilişkin düşler kurulurdu. Yine o evredeydi. Sonra her defasında olduğu gibi düşler de birbiri ardına gerçekleşecek ve yola koyulma zamanı gelecekti. Bu döngüyü hep aynı sırada yaşıyordu. Kaçışı yoktu. Kaçmayı aklından geçirmiyordu.
O günlerden birinde çocukla karşılaştı. Nereden çıktığını anlayamadan karşısında buluverdi. Daha önce görmüş olsa dikkatini çekerdi. Belki de günlük koşuşturma içinde gözden kaçırmıştı. Ama işte orada, penceresinin karşısındaki kaldırıma oturmuş, gözlerini ayırmadan kendisine bakıyordu. Kadın, üstüne alındığını düşünerek perdeyi kapatmak üzereydi ki çocuğun el salladığını gördü ve şaşkınlıktan donakaldı. Kendini hemen toplayıp kaçarcasına içeri çekildi. Koltuğuna oturdu, ancak kitabını okumayı sürdüremedi; aklını veremiyordu. Çocuğa bakmak için pencereye gitti. Kaldırım, hızlı adımlarla evlerine dönen insanlarla doluydu. Çocuk yoktu. Az önce gördüğünün düş olup olmadığından kuşku duydu.
Koşturmaya ara verdiği, ilişkilerini düzenlemekten yorulduğu, kendisiyle kalmayı tasarladığı bir gün, öğleden sonra kapısı çaldı. Keyfi kaçmıştı. Kimseyi beklemiyordu. Kapıyı isteksiz açtı. Eşikte bekleyen, geçen gün kaldırımda gördüğü küçük çocuktu ve bu karşılaşma iç sıkıntısının yerine merak duygusunu yerleştirivermişti. Demek çocuğun varlığı gerçekti.
Çocuk, “Biz burada oturuyorduk,” diyerek kendisinden beklendiğini düşündüğü açıklamayı yapmaya çalıştı. Bunu yaparken bir yandan da çevresini izliyordu. Elleri cebindeydi; içerde ikisini de yumruk yaptığı belli oluyordu. Coşkusu çekingenliğini bastırıyordu anlaşılan. Belki etrafına dokunmak istiyor, buna hakkı olmadığını düşünerek kendini tutuyordu. “Kapıyı,” dedi, “boyamışsınız.” Yüzünde ne beğeni vardı ne de hoşnutsuzluk. İncelemesini sürdürüyor, gözlemlerini yorum katmaksızın söyleyiveriyordu. İçeri girmeyi istediği belliydi. Sessizce buyur edilmeyi bekliyor gibiydi. Daha ayrıntılı bir açıklama yapma gereği duyarak suskunluğunu bozdu. “Annem eski komşularımızı görmeye geldi. Ben de evimizi, yani eski evimizi demek istiyorum, çok özlemişim. Uzaktan bakmak yetmedi.”
İçeri gelsene, dercesine kenara çekildi kadın ve bu çağrısı karşısında çocuğun tepkisi beklediğinden çok fazla oldu. Gözleri bir anda parladı. Kadın bu sırada fark etti ki çocuk gözleriyle konuşuyordu; hem de duyulmadık güzellikte sözcüklerle.
Kadın, yaşamı boyunca karşısındakilerin gözlerini okumayı denemiş durmuş, söylenmeden aktarılan duygulara değer veren olmadığı için başarılı olamamıştı. Oysa çocukla bunu başarabildiğini hemen fark etti. Artık unuttuğu, kendisine zorla unutturduğu bu beklentisinin karşılanması ile yaşamına bir başkalık geldiğini anladı.
Çocuk ayinde gibiydi. Kendinden geçmiş, kutsal bir yeri gezercesine ağırbaşlıydı. Varlığını yadsıtacak bir sessizlik içindeydi. Salonda ve koridorda dolaşıyor, herhangi bir noktada birdenbire duruyor, nerede olursa olsun gözlerini çalışma odasının kapısına dikiyordu. Bu anlarda gözlerinden bir bulut geçiyordu.
Kadın olacakları bütünüyle kendi haline bırakmıştı. Yine de çocuğa karşı ilgisi çığ gibi büyüyordu.
Balkona çıktılar. Bir köşeye öylesine bırakılmış olan tek saksı çiçeğine de coşkuyla tepki verdi çocuk. “Annem çiçek sevmez. Oysa babam çok severdi. Hep çiçekleri anlatırdı bana.” Çocuk sustu. Belki kadınları bunları anlatacak kadar yakın olmadıklarını düşündü. Belki duygulandığı için konuşmayı sürdüremedi. Kadın, nedenini bilemese de çocuğu anlatması için zorlamadı. Oysa hiç rastlamadığı bir öyküsü olduğunu seziyor ve öğrenmeyi çok istiyordu. Saat geç olmuştu, çocuk gitmeliydi; kadın merak ettiklerini öğrenemedi.
Doğru dürüst tanımadığı halde, tek bağlantıları aynı evde, farklı zamanlarda oturmak olsa da kadın çocuğu özledi. Bilinmeyenlerin üzerine giderdi aslında. Merak eder, yaklaştıkça coşku duyar, ulaştığında yatışırdı. Özlemeyi ise ne zamandır unutmuştu. Bir yandan da kendisinden önce kapısını açmış kapamış, aynı odalarda yaşamış, gülmüş, ağlamış, avuçlarının arasından kayıp giden mutlulukların ardından bakakalmış, umutlar beslemiş insanların varlığını çok yakınında duyuyordu. Duvarların şekillerini, tanık oldukları yaşamlarla anlamlandırmaya çalıştığındaysa aklını yitirmek üzere olduğundan korkuyordu. Çocuk yeniden gelmeliydi. Gerçek dışıymış gibi yaşadığı bu olayı bir köşesinden tutmalıydı. Yaşamına birdenbire girişinin sorumluluğunu üstlenmeliydi.
Çocuk yine hiç beklenmediği bir zamanda kapı eşiğindeydi. Kapıyı bu kez daha yürekli çalmış ve karşılaşmak ikisinin de hoşuna gitmişti. Çocuk evin her tarafını bir daha dolaştı. Çalışma odasına geldiğinde arkasına döndü. Gözlerinden bütün duygular silinmiş, bir tek önüne geçilmez bir arzu kalmıştı. Bu odanın apayrı bir anlamı olduğunu sezmek hiç de güç değildi. Kadın odaya önden girdi. Çocuğu yanına çağırdı. Çocuk sanki içeride bir şey göreceğinden ya da göremeyeceğinden korkuyordu. Duraksamasını yenmek istercesine hızla girdi içeri. Aynı anda anlamsız bir çığlık attı. Sallanan sandalyenin önünde duruyor, bakışlarını ayıramıyordu. “Bizim de vardı. Tam da burada duruyordu. Babamla birlikte oturur, hem dışarıyı seyreder hem de konuşurduk.”
Dilerse sallanan sandalyeye oturabileceğini duyduğunda çocuğun gözleri kocaman oldu. Böyle bir şeyin kendisine önerilmesine şaşırmış gibiydi. Kaçarcasına balkona gitti, kadın da arkasından. Oturdular karşılıklı.
Kadın öğrenmek istediklerini soracaktı ama çocuğu ürkütmek istemiyordu. Kendiliğinden anlatmasını bekleyecekti ki çocuk gitmek için ayağa kalktı. O anda kadın, ne zaman olacağını bilemediği bir başka buluşmayı bekleyemeyeceğini anladı. Çocuktan bir süre daha kalmasını istedi. Çocuğun o ana geri dönüşündeki hava, henüz küçük bir çocuk olduğunu yalanlıyordu. Böylesi bir olgunluğa, gördüğü değerle ulaştığını zamanla ortaya koyacaktı. Ama önce, sunulan çikolataya atılışıyla çocukluğunun sürdüğünü gösterdi.
“Babamla o sandalyeye otururduk. Her şeyden söz ederdi bana. Bazen annem, kafama tuhaf şeyler soktuğunu, beni de kendisine benzeteceğini söyleyerek kızardı ona. Oysa benim en çok istediğim şey babama benzemekti. Anlattıklarını çok seviyordum. Kardelen nedir, bilir misin? Babam biliyordu. Karlarla kaplı dağlarda olurmuş, kendisine yol açıp da karların üzerine çıkan bir çiçekmiş. Kolay bulunmazmış. Çünkü soğukta yaşayacak yürekli çiçekler çok azmış. Babam, bir kardelen bulacağına inanıyordu. Niçin aramaya çıkmadığını anlamıyordum. Mutlu olmasını isterdim. Bir gün, benim yüzümden ayrılamadığını öğrendim, bunu anneme söylerken duymuştum. Babama, onun mutluluğunu her şeyden çok istediğimi anlatacaktım. Konuşmaya önce o geldi.” Çocuk, sözlerinin burasında durdu. Sürdürmek için zamana gerek duyduğu belliydi. Aynı olayları yeniden yaşıyordu anılarında. Bu suskunlukta kadın, kardeleni düşündü. Bembeyaz soğukta nasıl da yaşamla bezenmiş fışkırdığını, körpeliğine karşın karlar arasında inatla yaşamayı simgelediğini… Kardelen aramanın özel bir girişim olduğuna karar verdi. Bulunca da üzerine titremeliydi; bütün sıcaklığına karşın çevresini saran kara karışmasın diye.
Çocuk, babasıyla ne yaşadığını anlatmayı sürdürdü. Bir gün sandalyelerinde otururlarken babası söyleyeceklerini iyi dinlemesini istemiş. İleride yorum yaparken tek tek anımsamalıymış. İçindeki fırtına buralara sığmasına engelmiş. Kardelenini bulmuş sonunda ve çok mutluymuş. Anlamasını, ardından söyleneceklere karşın sevgisini sürdürmesini istemiş. Çocuk sarılmış babasına, hiç ağlamamış. Sonra da bırakmış onu gitmesi için. Bir başka zaman, annesine babasını sorduğunda, nedenini çözemediği bir öfkeyle yanıtlamış annesi: “Belasını bulmuştur inşallah.”
Kadın, çocuğun elinden tutarak içeri götürdü. Çalışma odasına girdiler birlikte. Sallanan sandalyeye oturdu, çocuktan da kucağına oturmasını istedi. Çocuk kıpırdamadan durdu. Belki o sandalyenin uğursuzluğuna inanıyordu. Kadın hiç düşünmeden çocuğa sarıldı. Ayrılmayacaklarına söz verdi. Bu kez gemilerini yakıyordu.
Birlikte sallanmaya başladılar. Çocuğa anlatmak istediği öyküler vardı. Babasının bıraktığı yerden sürdürecekti. İlk gün için, sevdiği bir efsaneyi seçti kadın. Anka Kuşu’nun tek yumurtasını vermek için hızla kanat çırpışını, sonra tutuşup kül olmasını anlatacaktı. Bırakılan küllerden yeniden doğmaya bağlayacaktı sözü. Çocuğa söylemeden, Anka Kuşu’nu aramanın nasıl olacağını düşündü bir an için. Sonra anladı ki arayacağı duygu kalmamıştı.
Konuşmayı sürdürdüler. Anlayıp anlamayacağını düşünmeden efsaneyi şiirleştiriyordu kadın. Çocuğun sezgilerine güveniyordu.
“Bir Anka Kuşu gördüm. Doğurma sakın, dedim, sonun olur yumurta. Döndü bana. Konuşma sus, dedi, daha fazla rezil olma. Var olmanın gereği, yangınlar başlatmaktır, tutuşmalara aday bir yürek taşımaktır.
Bir Anka kuşu gördüm. Çırpınma yeter, dedim, kıvılcım var kanadında. Kulağına küpe olsun, dedi, kül ol ama yok olma. Kül olmanın ödülü, bir eser bırakmaktır, bıraktığın eserle sonsuza dek var olmaktır.”
Sevgi yanı başındaydı.
Sevgi yanı başındaydı.
Sevgili Göksel,
Öykülerin usta şairlerin dizeleriyle açılması kırk haramilerin mağarasını açan “açıl susam açıl” sihirli sözü gibi bir merak uyandıran etki bırakıyor okuyucuda. Bu öykünde de insan merak duygusu sarmalında yaşıyor. Okurken biz de yaşadık. Ne güzel!
Bu yaşam öyküsü “Sevgi yanı başındaydı…” cümlesiyle bitse daha iyiydi mi acaba? Yani son iki paragraf öyküden çıksa olmaz mı?
Başarılarını devamı dileklerimiz ve sevgilerimizle…