Bir Kitabın Geliş Öyküsü
Yine Asaf Koçak için
Yaşam sürekli sürprizler hazırlıyor. Kimisi acı, kimisi tatlı. Yine de her sürpriz, yaşamı sıradanlığından çıkardığı için değerli. Tekdüze gidişin tek ilacı, bu aniden oluverenler. Geriye dönüp bakınca ne çok olduklarını görüyorum. Birbirleri ile nasıl da iç içe geçtiklerini. Birinin öbürünü hazırladığını. Bağlantılarını kurarken kah hüzünleniyor, kah eğleniyorum. Böylece yine sıradanlıktan kurtuluyorum.
Temmuz’un 2’si tam 22 yıldır benim için acı günü. Bu günde her yıl eski bir yazımı paylaşırım dostlarla. Önce öykü kitabıma giren “Düşen Düşler” idi paylaşımım, sonra onun öyküye renk katan kısmını çıkarıp yalnızca acının nedenine yer vermekle yetindim. Kişisel bir anı işin içine girince işin boyutu değişiyor gibi hissederek bu kararı almıştım. Yazımın adı bu kez “Ölüm adın kalleş senin” oldu. Hem de ne kalleşti.
Yıl 1993. Nisan ayı. Kazanmayı başardığım son “tıpta uzmanlık sınavım” için Ankara’daydım. Sınavın ertesi günü kardeşim de İzmir’den gelecekti. Sıhhiye’deki hekimevinde kalıyordum. Bir gün de kardeşimle geçirdikten sonra ben görev yerim Van’a, o İzmir’e dönecektik. Onu beklerken yapmak için birkaç olasılık vardı aklımda. Ali Balkız’ın Kardelen’i listenin başındaydı. Orada Asaf Koçak ile tanıştım. Yakın arkadaşlarmış. Hep birlikte güzel bir söyleşiye koyulduk. Yazımda bu karşılaşmayı şöyle anlatıyordum:
“Kâğıda kaleme tutsak olalı, ne duydumsa, ne düşündümse, ne düşledimse ve inandığım neyse yazmayı yaşam biçimi seçeli, gelecekten ufacık bir beklentim var: Günün birinde yazdıkları herkes tarafından beğeniyle okunan ve bir sonraki yapıtı merakla beklenen büyük bir yazar olmak… Bunu Asaf Koçak’a da söylemiştim. Gülmüştü. Sanırım… Kocaman siyah sakalının ardından görebildiğim kadarıyla ancak bu yorumu yapabiliyorum. Yazar dostum Ali Balkız’a ait Kardelen’de, koşuşturmayla geçmiş bir günün yorgunluğunu, o günden hiç söz etmeyerek geçirmeye dalmışken içeri Asaf Koçak girdi. Doğruca yanımıza geldi. Masadakilerle yakın olduğu belliydi. Birbirimize tanıtıldık, kısa ve bildik sözlerle. Önyargılarımla epeydir uğraşıyor ve epeyce de yol almış olsam da bu denli büyük sakallı biriyle arkadaş olmaktan hoşlanmayacağımı düşünüverdim. Bu görüşümü değiştiren gözleri oldu. Sunduğu içten merhabası, hem çocuksu hem şakacı kıpırtıları, elinde tuttuğu ve benim de izlediğim aylık sanat dergisi değil de, gözleri ikna etti beni. Arkadaşım olması için şans verecektim ona, hiç bu denli siyah, çocuk gözlere sahip bir arkadaşım olmamıştı.
Hoş bir söyleşiye başlayıverdik. Ben “Gelecek vadeden genç öykücü”ydüm, o “Büyük karikatürist”. Ne yazıyorsunuz-ne zamandır-peki ya siz neler yapıyorsunuzlarla ısındık. Birdenbire yazdıklarımla ulaşmak istediğim noktayı sordu. Ben de, sözünü ettiğim o ufacık beklentimi söyleyiverdim duraksamaksızın. Hani şu, günün birinde diye başlayan. Ciddi ses tonlu megalomani… Böyle yaptığımda karşımdaki yüzlerde beliren şaşkınlığı, yanlış mı duydum kaygısını, sonundaki hoşgörülü gülümsemeyi seviyorum. O durakladı, ben gülümsedim, o da gülümsedi; sanırım…
Kısa sürede dostça bir söyleşinin sıcaklığını çevremize yaymaya başlamıştık. Birbirini tanımaya yeni başlamış iki insan olarak kendimizden, yaşamlarımızdan söz etmeye koyulduk. Neler konuştuğumuzu şimdi anımsayamıyorum; o söyleşiden aklımda kalan yalnızca, baştan beri masamızda oturan Ali Balkız’a söylenen şu söz oldu: “Abi ya, bu kıza kötülük yapmak için insanın gerçekten çok kötü biri olması gerekir; onun yeryüzünde bir yerlerde olduğunu bilmek bana iyi gelecek.” Bu çok değerli parçayı “özgün övgüler koleksiyonuma” yerleştirdim, yüzüme de kocaman bir gülümsemeyi.”
O günün akşamında Kardelen’de Metin Altıok başta olmak üzere birçok değerli insan ile tanıştım. Aynı sofrada oturup söyleşmenin tadını yaşadım. Hekimevinde kaldığım kat saat 23:00’de kapanıyordu. Bekâr kadın doktor katı olduğunu söylemişlerdi. Sokakta kalmaktan korkarak istemeye istemeye o rüya gecesinden uyandım.
Ayrılırken Asaf Koçak’a, “serginizi görmeye çalışacağım,” dedim, “sabah erken gideceğim için sanırım sizinle görüşemeyiz”. “Görüşürüz,” dedi. Bir daha görüşemedik. Ertesi gün sergisine kardeşimle gittim, devekuşlarının türlü halleriyle tanıştım. Kuma gömülmüş başların ne anlama geldiğine uzun uzun kafa yordum. Beğenimi duyurmak için başarılarla dolu bir yaşam dileğimi bir kâğıt üzerine bırakarak oradan ayrıldım.
Bir süre sonra evde kitaplarımı karıştırırken serginin tanıtım yazısını buldum. Son gün 31 Mayıs idi ve yollayacağım mektubun yetişmesine yetecek kadar yakındı. Elim yeniden kâğıt kaleme gitti. Galerinin adresine yolladığım notta: “Yalnızca bir merhaba demek istedim; Merhaba,” diyordum. Adresimi yazmamıştım, yanıt beklemiyordum. Yeryüzünde yüreği böylesine aydınlık birisinin var olduğunu bilmek bana da iyi gelmişti. Aynı duyguyu paylaştığımızı bilsin istemiştim. Onun gibi insan sevgisi, yaşam sevinci dolu birisine kötülük yapmak için gerçekten kötü olmak gerekliydi.
Yoktur sandığım, konduramadığım o kötüler kısa sürede ortaya çıktı. Neredeyse benim de karşıma çıkıyorlardı.
Sanat dünyasında bir yerim olacak mı diye merak ettiğim heyecanlı zamanlarımda Pir Sultan Abdal Şenliğini kesinlikle kaçırmazdım. Bir yıl öncekinden haberim olmamıştı. Yenisinin zamanı geldiğinde bana haber vereceklerini söylemişlerdi. Sözlerini tutmuşlar. Davetiye göndermişler. Ben sınavı kazanıp da memleketim İzmir’e geri dönme telaşı ile bütün işlemleri hızlandırıp kaçarcasına Van’dan ayrılmıştım. Davetiye sağlık ocağıma benim gidişimden birkaç gün sonra gelmiş.
Sonradan toplu halde bana gönderilen mektuplarım arasından çıktı.
Yeni görev yerime başlamadan önce umutla dolu ve mutlu olduğum günlerdi. Düşlediğim ama ilk kez olanak bulduğumuz baba-kız tatili için Altınoluk’taydık. Davetiye zamanında elime geçmiş olsa bu tatil yerine şenlikte olacaktım. tatil düşüm yine ertelenmiş olurdu. Ama buna hayıflanmak aklıma bile gelmezdi.
Bir araya toplanan o güzel insanlar sanat için, dostluk ve kardeşlik için, üretmek ve paylaşmak için oradalardı. Gitmeden önce nasıl coşku ile bunun hakkında konuştuklarına tanık olmuştum. Metin Altıok’u ve Asaf Koçak’ı, o masa etrafındaki bütün güzel insanları tanıdığım o kısa sürede ve daha sonra haklarında anlatılanları öğrendikçe bunu defalarca gördüm. Şenlik için bir araya gelmiş olan çocuk, genç, kadın, erkek, o canım insanları bir otelde kıstırıp yakmak, yürekleri böylesi iyi olmasaydı ya da birlik ve beraberlikten başka amaçları olsaydı bile kabul edilemezdi. Gözü dönmüş katil ruhlular, insiyatif kullanmayan yetkililer, yardakçılar ve seyirciler birleşerek bu katliamı yaptılar. Katlettikleri her şeyin ötesinde insandı. Onlar gibi, benim gibi insan.. Çağrı elime zamanında ulaşmadığı için aralarında olmadığım bir grup güzel yürek. Gidebilseydim ya ölecektim ya da arkada kalmanın acısıyla yaşamaya çalışacaktım.
Bir önceki yazımda bu duygularımı şöyle aktarmışım:
“Onlar şimdi yok…
Diri diri yakıldıkları otel müzeye dönüşmeliydi; utancımızı sahiplendiğimizin simgesi olmalı, kültür şenliklerinin karşısına cahilliği çıkarmanın acı sonuçlarını yüzümüze yüzümüze vurmalıydı.
Asaf Koçak, ağız mızıkasını son anlarına dek ağzından düşürmemiş. Birbirine sarılmış biçimde koridorda çömelen gençlere umut ezgileri saçmış. En son bir kapı eşiğinde dalgın bakarken görmüşler, umutsuzmuş…
Şimdi ben umudumu nasıl koruyayım?”
Arada geçen sürede, aklıma geldikçe Asaf Koçak’ın karikatürlerini derlemiş bir kitap olup olmadığını araştırdım. Bulamıyordum. Yine de içimden bir ses, her zaman olduğu gibi bir an gelecek ve ben öylesi bir kitabı karşımda görüvereceğim diyordu. Benzeri olayları öyle çok yaşadım ki yaşama bırakmak gerektiğini öğrendim.
Bu yıl Sivas Katliamının yıl dönümünden bir gün sonra Ankara’daydım. Bir toplantı için. Aynı grupla gittiğim toplantıların yolculuklarında gelenekselleştiği halde Afyon molasında bir tek ben sucuk ekmek yenmiştim. Ankara’ya varıp da otele yerleştikten sonra ekip beni doyurmak için seferber oldu. Önce Sakarya Caddesi’ne gitmek istendi. Gelenekselleştiği üzere. Aç olan bir tek ben olduğum için yerin seçimi bana bırakıldı. Peşimde dostlar, bütün caddeyi dolaştım. İçime sinen bir yer olmamıştı. Utana sıkıla “Aslında ben Mülkiyeliler Lokali’ne gitmek istiyorum” dedim. İçimden öyle geliyordu. “Tamam,” dediler, “nasıl istersen.” Epeyce bir yol daha yürüdük. Sonuçta geziyorduk ve sokaklar cıvıl cıvıldı. Mülkiyelilerden içeri girer girmez eski ahşap resepsiyon bölümünün yanında, merdivenlerin başında kocaman bir afiş gördüm: Asaf Koçak Kitabı “Donmak ile Yanmak Arasında” Birden dikkatimi çekmişti ama grup olarak iç tarafa yönelip bir masa bulduk kendimize. Siparişi verdim ve arkadaşlarıma “Ben girişteki afişe bakıp geleceğim,” dedim. Baktım ama masaya geri dönmedim. Kitabın tanıtım günü o gün, yeri orasıydı. Resepsiyondaki görevliye nerede olduğunu sordum, ikinci katta olduğunu söyledi.
Dar merdivenleri heyecanla çıktım. İkinci kattaki kapı kapalı ama kilitli değildi. Aralığından ışık da sızıyordu koridora. Hafifçe ittim kapıyı. Boş masalar, masaların üzerinde kağıt bardaklar vardı. Salon boştu. Duvarlarda karikatürlerin ve fotoğrafların, eski afişlerin asılı olduğunu fark edince kapıyı biraz daha açıp içeri girdim. Çekinerek. Salonun iç kısmında bir masada birkaç kişi vardı. Masanın etrafında birbirlerine dönük türkü söylüyorlardı. Tam ben girdiğim sırada ilk kez duyduğum bir hekim türküsünün sözleri karşıladı. Gereğini yap diyordu sanki. Kafamın karmakarışıklığından sözleri aklımda tutamadım. Ama bir hekime, üzerine düşeni yapması söyleniyor gibi algıladım. Belki de bir ölüm döşeğinde yardım çağrısıydı.
İçeri girdiğimi fark edenler oldu. Biri kalkıp bana yer açtı ve buyur etti. Süzülerek oturdum o sandalyeye. Birden yaşlar süzülmeye başladı yanaklarımdan. Sessiz, durduramadığım. Çenemin altında birleşerek. Durdurmaya çalışacak durumda değildim. Bir başkası bir bardak doldurdu benim için. Ayıp olmaması için bir yudum almayı akıl edecek ama devamını içemeyecek durumdaydım. Deyişler birbiri ardına sıralandı. Asaf sever diyerek seçtiler. Duyuyordur diyerek sürdürdüler. Konuşmak için içimde güçlü bir istek vardı ama dilimde sözcük döndürecek durumda değildim. Karşımda oturan kişi bana bir kitap uzattı. Donmak ile Yanmak Arasında.. Minnetle aldım. Yaşam isteğimi yerine getirmek için güzel bir tören düzenlemişti yine. Yaşama da minnetle sarıldım.
Masanın etrafında oturanlar kimlerdi çok merak ettim. Anılarını anlatmalarını isterdim. Kuşkusuz onlar da beni çok merak etmişlerdir. İçeri süzülen, hiçbir şey söylemeden için için ağlayan, kitabı gözlerindeki parıltıyla karşılayan bu kişinin hikayesini öğrenmek istemişlerdir. Ama konuşmak bir büyüyü, belki de yası bozacaktı. Susuldu.
Artık dağılma zamanı geldiğini konuştuklarında, ben de alt katta bıraktığım dostlarımı anımsadım. Kalktım duvarda asılı olan karikatürlere baktım. Bir masanın üzerinde duran, kapağına dökülmüş kırmızı şarap için orada bırakılmış ikinci kitabımı, gözyaşlarım için kullandığım peçete ile sildim. Onu da yanıma aldım. Vermem gereken biri vardı, hissediyordum ama o an kim olduğunu bilmiyordum. Elçiliği kabul ettim.
Masaya döndüm. “Sağlıcakla kalın” dedim. Masadaki tek kadın, deyişleri söyleyen güzel sesin sahibesi “Acıya merhem olabildik mi?” diye sordu. “Olmaz mısınız..” diyerek yanıtladım.
Bir başka düş gecesini ardımda bırakarak yaşama geri döndüm.
Temmuz 2015
Sevgili Göksel,
Merhaba.
“Yaşam sürekli sürprizler hazırlıyor. Kimisi acı, kimisi tatlı. Yine de her sürpriz, yaşamı sıradanlığından çıkardığı için değerli.” gerçekten. Yüreğimize dokunacak bir yazını beklerken yüreğimizdeki yangını çoğaltan bir yazın geldi.
“Ölüm adın kalleş senin” diyorsun, ama bu doğru değil bence; ölüm, her faninin sonu, doğal bir olay. Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’in Maide suresinin 32. Ayetinde, [… "Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir nefsi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur" hükmünü yazdık (farz kıldık).] der. Kalleş olan insan öldüren kimse, yani katildir. Jean Paul Sartre’ın “İnsanlar kahramanları oynuyorlar; çünkü korkaklar. Azizleri oynuyorlar; çünkü kötü ruhlular. Suikastçıyı oynuyorlar; çünkü yanı başlarındaki komşularını öldürmek için yanıp tutuşuyorlar. İnsanlar oynuyorlar; çünkü doğuştan yalancılar.” sözünü de akılda tutmalı…
Bir önceki yazında kaydettiğini ifade ettiğin “Şimdi ben umudumu nasıl koruyayım?” kaygısının sana yakışmadığını belirtmeliyim. Biliyorsun ki şair, “Büyük insanlığın toprağında gölge yok / sokağında fener / penceresinde cam / ama umudu var büyük insanlığın / umutsuz yaşanmıyor…” diyor…
Sen, günümüzde gönlü en rahat olması gereken bireylerdensin bence. Çünkü iyi bir insan Hekim olarak Asaf Koçak Kitabı “Donmak ile Yanmak Arasında” tanıtım toplantısında duyduğun türküde sözü edilen üzerine düşeni yapanlardansın ve de kutsal kitapta sözü edilen bütün insanları yaşatmış gibi olanlardansın…
Yaşayacağın düş gecelerin çok olsun inşallah…
Sevgiyle…
Gelecek düşlerinin güzelliğine inananlarındır yükseklere uzan çünkü yıldızlar senin ruhunda gizli büyük düşler kur her düşün ilerisinde bir hedef vardır zor bir hayatı kolaylaştırabilirsen yada birisinin ıstırabını hafiflesdirebilirsen yada yaralı bir ardınç kuşunu yuvasına bırakabilirsen hayat boşuna değildir yazınızı sonuna kadar okudum ve bu gün çok güzel bir gün geçerdim diyaliz arkadaşım evine davet etdi insana değeri bir kat daha yaşadım onun üzerine sizin yazınızı okuyunca yıllar önce bir kitap okudum ve okitapdan hoşuma giden bölümleri not almışdım yazdığımda o notlardan bitanesi sizi çok seviyorum hocam sevgiler gönderiyorum sizler gibi değerli hekimlerimiz öğretmenlerimiz çoğalsın bu ülkenin çok ihtiyacı var iyi geceler