Irvin D. Yalom okumayalı epeyce uzun bir zaman olmuştu. Her biri okuduğum dönemime damgasını vuran, bir kitap okudum hayatım değişti dedirten kitaplarından sonra bir kez daha aklıma düştü. Acaba neyin “zamanı” gelmişti? Günübirlik Hayatlar kitabını bir solukta bitirdim.
Bir hafta sonra İzmir’de, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde, hatta efsanevi Muhittin Erel Amfisinde bir konuşma yapacağım. Öylesine özel bir çağrıydı ki bazı taşları yerinden oynattı. O çağrıyı aldığımdan beri üzerinde heyecanla, yürek çarpıntısıyla, huzurla, umutla, olmazsa olmaz biraz hüzünle düşünüyorum.
Yıl 1989. Yılın sonları. Yirmi yaşındayım. Yıllardır kendimce şiirler, kompozisyon türü olarak tanımladığım yazılar yazmış bir yazıseverim. Tıp Fakültesi beşinci sınıf öğrencisiyim. Varlık Dergisinin 1000. Sayısı için bir “Gençlik Öykü Yarışması” açtığını öğreniyorum. Her biri beş ya da altı sayfalık üç öykü yazıyorum bu yarışmaya katılmak için. Buna “dosya hazırlamak” deniyormuş; ilk kez duyuyorum. İncecik ama olsun, bana ait bir dosya. Yarışmaya yolluyorum, sonucu heyecanla bekliyorum. Dergi çıkıyor. Koşarak alıyorum. Yüz küsur dosya başvurduğunu okuyorum. Umudum kayboluyor. Bir de bakıyorum ki adım “Gelecek vaat eden 10 dosya” arasında geçiyor. Dünyalar benim oluyor.
O zamanlarda Zeliha Akcagüner ile tanışıyorum. Edebiyat söyleşileri yapabileceğim bir öykücü giriyor ilk kez yaşamıma. Minnetle bu şansımın değerini biliyorum. Zeliha teyzem oluyor. Zeliha teyzem, Ömer Seyfettin Öykü Yarışmasında üçüncülüğü kazanıyor. Ödül töreninden diğer öykücülerin öyküleriyle dönüyor. Birinci olan “Yaşam Bir An’lar Toplamıdır” öyküsünü beğeniyle okuyorum. Yazarı Ali Balkız’ın adresini Zeliha teyzemden alıyorum. Ona uzun bir mektup yazıyorum. Kutluyorum, öyküsünü ne kadar çok sevdiğimi anlatıyorum, kendi serüvenimi biraz çıtlatıyorum. O sorarsa devamını anlatmaya karar veriyorum. Ali Balkız mektubuna ilgi gösteriyor. Bu beni çok mutlu ediyor. Ona öykülerimden gönderiyorum. Önerileriyle gönderiyor. Ankara’ya gittiğimde tanışıyoruz. Dostlarıyla tanıştırıyor. Tanıdığım öykücülerin sayısı artıyor. Bana “Gelecek Vaat Eden Genç Öykücü” diyenlerin sayısı da… Burhan Günel iki öykümü Karşı Dergisinde yayınlıyor. Metin Altıok ile tanışıyorum, Lütfiye Aydın ile… Asım Koçak ile… Söyleşilerine ortak ediyorlar; edebiyat konuşulan dost meclislerinin birkaçının kıyısından tadını alıyorum.
Sonra bir edebiyat eleştirmenine gönderdik öykülerimi. Öykülerim hakkında ne dediğini tam anımsamıyorum, hatta o kişinin adını da, ama “Bir karar vermelisin; ya iyi bir edebiyatçı ya da iyi bir doktor olabilirsin. İkisini birden iyi yapman mümkün değil” dediğini anımsıyorum. Bunun beni edebiyat hayallerimden uzaklaştırdığını da… İyi bir doktor, hatta akademisyen olmak benim hayalimdi. Ama yazmaktan vazgeçmedim. Yazmayı dokuz yaşımdan beri hiç bırakmadım. Yalnızca kendim için yazmaya döndüm. Yazdıklarımı ancak erkek kardeşime ve zaman içinde çok yakın hissettiğim birkaç arkadaşıma okuttum. Bu sırada “iyi bir doktor” olmaya çalıştım. Hasta hikâyeleri biriktirdim. Onlardan hayat dersleri çıkardım. Sonra bu derslerin hayata, doğaya bolca serpiştirilmiş olduğunu fark ettim. Daha çok dikkatimi çeker oldular. Onları yazmadım ama anlatarak çevremdeki insanlara ulaştırmayı da ihmal etmedim.
Radikal İKİ ekinde 2007 yılında toplam yedi yazım çıktı. Okurlardan geri dönüşlerin olması yazma serüvenimi birden bire etkileşimli bir boyuta taşıdı. Oralardan da nice hikâyeler çıktı. Ayrıca artık yazdığım çevrem tarafından öğrenilmiş oldu. Hastane dergisi, tabip odası dergisi ve bazı yerel dergilerde yazılarım çıkmaya başladı. O zamana dek dosya bekleyen öykülerim, Denizli Tabip Odası kitabı olarak basıldı: Fırtınalar (2009). Son derece amatörce hazırladığım baskı 1500 adetti ve doktor üyelere, imza gününe gelenlere, dost ve akrabalara dağıtıldı.
Artık bir aşamayı geçmiştim. Ben kimseye yazdıklarımı göstermiyorum diye herkes benim gibi yapıyordur sanıyordum. Ortaya çıkınca okurların üzerindeki etkisini görmek yazmanın büyük bir güç olduğunu hissetmemi sağladı. Bunun devamını getirmeyi çok istesem de kitap bastırma serüvenine hazır değildi. Yayın evlerine tanınmamış yazarlarca gönderilen kitap taslaklarının basılmasının kolay olmadığı, ancak yarışmalara katılıp ödül alırsam dikkat çekebileceğim, onun dışında bu çevrelere girip tanınmak gerektiği gibi duyumlarım olmuştu. Bütün bunlar hevesimi kırmış, uğraşmaya zamanım ve gücüm olmadığını düşünerek geri çekilmeme yol açmıştı.
Hemen hemen bu sıralarda başka bir olay daha oldu. Adını vermeyeceği iki ünlü edebiyatçı; biri öykücü, biri şair bir vesileyle öykülerimi ve şiirlerimi incelemeyi kabul etti. Şair olan öykülerimin dikkat çekici olduğunu ve o yolda devam etmemin gerektiğini söyledi; öykücü olansa şiirlerimi beğendi ve öykü yazmayı bırakmamı önerdi. Bu yorumlar özgüvenimi zedeleyerek yazdıklarımı kendime saklamam gerektiği konusunda iyice ikna olmama yol açtı.
Öte yandan 2010 yılında Uğur Mumcu Vakfında Cemil Kavukçu’nun öykü atölyesine katıldım. Bu alanda aldığım, nispeten yapılandırılmış ilk ve tek eğitim oydu. Haftanın bir günü, Ankara’ya otobüsle gidip aynı gece dönerek toplam dört ders aldım. Oradan öykünün beş duyuyu da hesaba katması önerisi aklımda kaldı en çok. Zamanı gelince uygulamak üzere aklıma yazdım.
On yedi yaşımdan beri yazdığım, kardeşimden başka kimseye okutmadığım, şiirlerimi yine kardeşimin önerisiyle İngilizceye çevirdim. Dille bağımı sıcak tutmak, sağlamlaştırmak adına bir oyun niyetine… Ortaya bir kitaplık şiir çıkınca bunları yayınlama hayali kurmaya başladım. Karşıma Barış Kapukıran bu sırada çıktı. İki dilde şiirlerimden oluşan kitap hayalime sahip çıktı. Lakin Yayınevine o gönderdi. Çetin Alpağut kitap taslağımı beğenince basıldı ve ilk basılı kitabım Gelinciğin Yalnızlığı’na 2015 yılında kavuştum.
Genç bir kız olan hastama, yaşadığı duygularla baş etmek için şiir yazmasını önermiştim. Hastamın ölümünden sonra bana ulaşan şiirlerini çeşitli yerlerde sunarken Sunay Akın bu şiirleri gördü. Mutlaka hikâyesiyle birlikte yayımlanması gerektiğini söyledi. O zamana dek anlatmakla yaydığım, meslek yaşamım boyunca beni en çok etkilemiş yedi hasta öyküsünü daha ekleyerek bunları bir kitapta topladım. Büyük bir yayınevine göndererek bu deneyimi yaşamak istedim. Oradan yorum şu şekilde geldi: “Akıcı bir dille yazılmış olsa da yalnızca olayların görünen kadarı aktarılmış. Kurgu yapılmamış. Yeniden, yeniden yazılmalı.” Bunu yapamazdım. Onlar gerçek hayat hikâyeleriydi ve evet, doktorları olarak ben ne kadarına tanık olduysam o kadarını yazmıştım. Hayatta olanlar okumuş ve onay vermiş, hayatta olmayanların yakınlarına ulaşarak onaylarını almıştım. Adları geçmese de onların uygun görmesi, bana bu izni vermesi çok önemliydi. Bana en başından beri inanan Lakin Yayınevi kitabımı olduğu gibi bastı: Kalbimiz Attıkça (2016). Yıllarca anlattığım hikâyeler, yalnızca dokuz günde yazıldı. O sırada bütün işlerim sakinlemiş, boş zamanım olmuş ve kesintiye uğramadan yazabilmiştim. Bu nedenle adını: Kendini Yazdıran Öyküler koymuştum. Ancak benden önce değerli meslektaşım Dr. Çağatay Güler’in aynı adla bir kitap yayınladığını öğrenince hikâyelerden birinin adı kitaba da kondu. Ancak o hikâyelerin kendilerini yazdırdıkları gerçeğini değiştirmedi bu. Bu kitapla birlikte kitabın geliriyle çocukların, gençlerin okumasına katkı sağlamak fikri doğdu ve bütün gelirini Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğine bağışladım.
Biriktirdiklerimi birden tüketmiştim. Yazmanın devamı kararlılıkla gelmezse orada kalabilirdi bu rüya. Kalbimiz Attıkça kitabını ilk gönderdiğim büyük yayınevi kurgunun yokluğundan dem vurmuştu. Bu eleştiri yazma sürecim içinde ilk kez özgüvenimi sarsma etkisi yapmadı. Artık kararlılığım daha yüksek olduğundan belki. “Kurgu, evet kurgu… Neden olmasın, dedim…” Yeni bir kitap için gereken güdülenme buradan geldi. Gerçek bir öykü kitabı yazmanın zamanı gelmiş olmalıydı. İş bu öyküleri bulmak, kurgulamak ve yayınlanmaya hazır hale getirmekti. İşte tam bu aşamada bir rüya gördüm. Elime basılı haliyle aldığım kitabımın adı, kapak tasarımı ve ilk sayfasında yer alacak tümce gözümün önündeydi. Kırmızı Kaplı Defter ve “Unutma, güneş bile kendini yakabilir!” Uyanıp hemen bunları kayıt altına aldım. İçinin öyküleri de gelirdi nasılsa. Yanılmamışım. Hastanedeki odama gelen bir genç kız “Size hikâyemi anlatacağım ve siz yazacaksınız; hayatlar kurtarabilirsiniz” dedi. O anlattı ve ben yazdım. Bu ilk öyküyle birlikte kitap bir kadın öyküleri kitabı haline dönüştü. Yine kendilerini yazdırdılar. Ama bu kez farklıydı. Tanık olduğum, yaşadığım, hayal ettiğim, anılarım arasında unuttuğum birçok olay ve ayrıntı birbiri içine geçerek ete kemiğe büründü. İlk kez kahramanlarıma isim verdim; onları betimledim, olayları ayrıntılı olarak anlattım, diyaloglar yazdım bol bol. Gerçekçi akıma yakın bir tarz belirmeye başladı benim fark ettiğim kadarıyla. Bu deneyimi birçok söyleşide aktardım: Sanki olaylar önümde oluyor, kişiler karşımda konuşuyor ve ben onları kâğıda döküyorum… Başında hiç düşünmediğim bir sona doğru gidiyor kahramanlar, olaylar. İşin ilginci böylesi çok içime siniyor. Bazen de öyle bir yere bağlanıyor ki akış, en başta ilgisiz gibi görünen bir ayrıntı birden büyük önem kazanıyor. O zaman acaba bilinç dışımda görünmez bağlantılar en baştan beri yer alıyor mu diye düşünmeden edemiyorum. Yazdıkça yazası geliyor insanın. Her öykü, bir sonrakini daha da kolaylaştırıyor. Arka arkaya eklenen yeni öykülerimde araya serpiştirdiğim anılarım, duygularım, hatta yaşamdan damıttıklarım onları farklı bir tür günce haline getirdi. Hem benden hem de alakası yok… Her koşulda özel bir deneyim olduğunu düşündüren bu süreci anlatmak benim için ayrı bir önem taşıyor. Tarihe not düşüyorum böylece.
Kitap bitti; Kırmızı Kaplı Defter adının da benden önce bir avukat yazar tarafından kadın boşanma öykülerine verildiğini görünce son bir fırça darbesiyle Mor Ayna Kırmızı Defter oldu adı. Afrodit’in simgesi mor ayna baştaki rüyama eklendi. İçinde geçen her bir sözcüğün kadınla ilintili çağrışımları olması benim için ayrı bir anlam taşıdı. Kadınlar üzerinden olsa da birçok erkeğe de hitap ettiğini görmek beni mutlu etti. Mor Ayna Kırmızı Defter (2019) kitabının şansı diğerlerinden çok daha açık. Yayınlanalı iki ay olmuşken ikinci baskısını yaptı. Kalbimiz Attıkça’ya da ivme kazandırmıştı. İki kitabımın da ikinci baskısı Lakin Yayınevinden çıktı.
Birçok yerden söyleşi ve kitap imza etkinliği çağrısı alıyorum. Zamanımı uydurup gitmeye özen gösteriyorum. Böylece hem okurlarım çoğalıyor hem de onlarla bağlantılı yeni öykülerim oluyor. Giderek doktorluğu azaltıp yazarlığı artırmayı tasarlıyorum. Sürecin hızlanma olasılığı dikkatimi çektikçe merak ediyorum nasıl gelişeceğini.
Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ile Tıp Fakültesi öğrencileri bir arada söyleşme olanağı bulduk. Bundan tam bir ay önceki bu etkinlikte bulunamayan Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü akademisyeni Ahmet Evis, kitaplarımı incelediğinde yazarlık serüvenimden etkilenerek Türk Edebiyat İsimleri Sözlüğü’ne benimle ilgili bir madde hazırlama önerisinde bulunmuş. Onun kabul olmasıyla birlikte adım ve üç kitabım bu sözlükte yer aldı. Bir anlamda edebiyat dünyasına resmi olarak da adım atmış oldum. Bana büyük onur veren bu gelişme, bir yandan da omuzlarıma büyük bir sorumluluk yükledi: Eserlerimin sayı ve kalitesini artırarak o yeri sağlamlaştırmak…
Bir sonraki öykü kitabımı yeni bitirdim. Adı: İnsan Anlattıklarıdır. Bu adla başka bir kitap olduğuna rastlamadım şimdiye dek. Birkaç ay sonra yayımlanmasını bekliyorum. Hasta, kadın öyküleri diye adlandırınca okurlarını sınırlamış gibi oldum ister istemez. Aslında öykülerin içeriği hiç öyle olmasa da… Bu kez genel bir okur kitlesine çağrı yapıyorum. Giderek netleştiğini düşündüğüm yazın tarzımı geliştirmiş olmayı umuyorum. Buna karar verecek olanlar okurlarım ve edebiyat insanları. Heyecanla bekliyorum o yorumları almayı.
Şimdi 12 Haziran’da Ege Üniversitesi Tıp Fakültesinde, hatta efsanevi Muhittin Erel amfisinde bir zamanlar benim okuduğum sıralarda olup belki de bir gün benim geldiğim noktayı hayal eden öğrencilere seslenecek olmak büyük heyecan veriyor. Otuz yıl önce hayalini kurduğum hemen her şeyi gerçekleştirmiş olarak bunu yapacağım. Öylesine büyük bir mutluluk ki bunu dileyen herkes için isterim.
Hemen her şey diyorum çünkü bir tanesi eksik kaldı. Kalmıştı demeliyim. O da tiyatro oyununda rol almak… Öte yandan son bir ayda rastlantı gibi görünen ama artık bunların rastlantı olmadığını bildiğim olaylar silsilesi sonucu yolum bir tiyatro topluluğu ile kesişti ve hazırlayacağımız oyunu seçmek için çalışmalara başladık. Sonbaharda sahnelerde görürseniz şaşırmayın.
Sonra tek bir hayal kalıyor. Yenisini ekleyene dek… Kitaplarımın başka dillere de çevrilmesi ve o ülkelere imza günü için gitmek… Sahnelerini gözümde canlandırabiliyorum. Gerçekleşmesi olası demek bu… Yaşayalım, yazalım da görelim!
On yedi yaşından beri yazdığın, kardeşinden başka kimseye okutmadığın, şiirlerini yine kardeşinin önerisiyle İngilizceye çevirdiğin, iki dilde şiirlerinden oluşan ilk basılı kitabın Gelinciğin Yalnızlığı (2015) tırtılın kelebeğe dönüşümünü anımsatıyor. Kalbimiz Attıkça (2016) ve Mor Ayna Kırmızı Defter (2019) kitaplarının çıkış öykülerini çok güzel anlatmışsın; kutluyorum…
Aldığın söyleşi ve kitap imza etkinliği çağrılarını kabul ederek gitmeye özen göstermeni takdirle karşılarım. Ama giderek doktorluğu azaltıp yazarlığı artırmayı tasarlamanı doğru bulmam; artık senin doktorluğun ve yazarlığın, bir kuşun ya da bir kelebeğin iki kanadı gibidir. Unutma; kendine rol model olarak seçtiğini düşündüğüm Irvin David Yalom (87 yaşında), Akademik kariyerine 1963′de başladığı Stanford Üniversitesinde halen psikoterapist, yazar ve fahri profesör olarak görev yapmaktadır…
İnsan Anlattıklarıdır adını vermeyi düşündüğün yeni öykü kitabının yayımlanmasını ve okumayı biz de heyecanla bekliyoruz. İnşallah okur ve yorum da yapabiliriz. Sonra da rol alacağın tiyatro oyununda izleriz inşallah. Kitaplarının başka dillere de çevrilmesi ve o ülkelere imza günü için gitme hayalinin gerçekleşmesinin yakın zamanda olacağına ve bunu göreceğimize biz yürekten inanıyoruz. Nazar değmesin, Allah her zaman yardımcın olsun inşallah!
Son olarak; yazını okuyanların ve yarın (12 Haziran 2019 Çarşamba) İzmir'de, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde, efsanevi Muhittin Erel Amfisinde yapacağın konuşmanı dinleyen katılımcıların eve götüreceklerini düşündüklerimi paylaşayım:
“Hepimiz eldekilerle başlarız. Farkı yaratan bunları nasıl kullandığımızdır…”
“Büyük hayaller kurun ve başarısızlık riskini göze alın…”
“Eğer ağaca tırmanmak istiyorsanız, yıldızlara ulaşmaya niyet edin ki başarasınız…”
“Ayaklarınızı yerde tutun ve yıldızlara uzanmaya devam edin…”
“Bugünün hayal kırıklarının yarınki hayalleri gölgelemesine izin vermeyin…”
Katılır mısın?
İçten sevgiler, sağlıklar, başarılar ve mutluluklar…
🙂 🙂 🙂
Sevgili Göksel’imiz,
Merhaba.
Yıllarının içindeki hayatını ve hayallerini gerçekleştirme sürecini anlattığın “YAZI’YORUM” başlıklı yazını keyifle okuduk. Yazıyı, seni rol model seçecek olanlara ne ve nasıl yapmaları konusunda tüyo niteliğinde bulduk ve bu bağlamda bir dostumuza okumasını önerdik…
Yazına Profesör unvanına ve de Oscar Pfister ödülüne sahip olan Amerikalı psikanalist, psikiyatrist, psikoterapist ve yazar Irvin David Yalom ile başlaman, yazılarında onun gibi bilimle edebiyatı iç içe anlatman ile birleştirildiğinde senin de rol model olarak Irvin David Yalom’u seçtiğini düşündürdü. Öyle ise çok iyi ki; senin de “Muhtemelen konusunda yazılmış en iyi kitap” yakıştırması yapılmış kitabını ve gene alacağın prestiji yüksek bir ödülü alırken yapacağın konuşmayı içeren bir başka kitabını okuyacağımız günler yakındır inşallah…
Irvin David Yalom’un benim gibi başkaları tarafından nasıl algılandığına, nasıl görüldüğüne gereğinden fazla kafa yoran hastasını anlattığı Günübirlik Hayatlar Kitabı’nın son anlatısından alıntıladığın, insanların erdemli bir şekilde yaşamaları gerektiğine inanan, hem güçlü bir Roma imparatoru hem de bir filozof olan Marcus Aurelius’un (Marcus Annius Verus) Meditations / Düşünceler kitabından insanların doğaya uygun bir biçimde yaşamaları gerektiği mesajını vurgulaman beni de çok etkiledi. Ama Marcus Aurelius’un Meditations / Düşünceler kitabının, tıpkı bugün olduğu gibi ne olacağı belli olmayan ve her an her şeyin yaşanabileceği bir dünyada yaşanılan Doğu Avrupa’daki savaşlar sırasında yazıldığını, kişisel erdem ve kadere boyun eğmenin önemini vurgulayan Stoa felsefesinin en bilinen metinleri arasında yer aldığını unutmayalım. Bugün de ne olacağı belli olmayan ve her an her şeyin yaşanabileceği bir dünyada yaşıyoruz. Bu da haliyle sürekli panik halinde sağa sola koşturan, bunalıma giren, sıkıntısını çözemeyen, buhrana kapılmaktan kendisini alamayan bireyler üretti. Bugünün dünyasında ayakta kalabilmek, savrulmamak ve sağlam durabilmek kişinin kendi kabuğuna çekilmesiyle mümkün olabiliyor. Bu durumda bence en iyi rehber, dış dünya ile daha fazla ilgilenen, Stoa felsefesinin en önemli diğer ismi Romalı düşünür, devlet adamı, oyun yazarı Lucius Annaeus Seneca’dır. Çekilecek dertlerin ve ıstırapların bizi kaygılandırmaması gerektiğini söyler: “Gerektiğinden önce çekilen acı gerektiğinde çekilen acıdan daha fazladır” Çünkü bir acıyı düşünmenin o acıdan daha fazla zarar verdiğini çözmüş ve çareyi sadece anı yaşamakta, anlık olaylarla ilgilenmekte bulmuştur. Diğer stoacılardan ayrılan bir özelliği de insanın kendisini tamamen ilahi yasalara boyun eğmemesi gerektiğini belirtmesidir. “Eğer hangi limana doğru seyrettiğimizi bilmiyorsak hiçbir rüzgâr bizim için uygun değildir” diyor. Yaşam tarzını, davranışlarını, kişisel özelliklerini ve yazılarında ya da sunumlarında anlattıklarını düşününce senin de buna katıldığını söyleyebilirim ki “YAZI’YORUM” başlıklı yazın da bunu açıkça anlatıyor. Seneca’ya göre daha yazgıcı olan Marcus Aurelius’un “Yaşamını tümüyle tasarımlayarak, kendini iç düzensizliğine düşürme. Ne denli büyük ve ne denli çok sayıda sıkıntılarla karşılaşabileceğini hesaplama. Ama karşılaşacağın bir sıkıntılı durumda: ‘dayanılamayacak ne ve katlanılamayacak ne var bu olayda ’ diye soruver kendine. Kızarırdın, gerçekten bunu açıklamak zorunda kalsaydın. Ne geçmişin ne de geleceğin, hep şimdiki zamanın yükünü taşımakta olduğunu da anımsa. şimdiki zamansa kısadır.” sözü de hep aklımızda olmalı değil mi?
DEVAMI VAR…
Yarın (12 Haziran 2019 Çarşamba) İzmir'de, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde, efsanevi Muhittin Erel Amfisinde yapacağın konuşmada geldiğin noktadan, geriye bakmayı anlatacağın anlaşılıyor. Konuşman ya da sunumun, katılımcılardan bloguna abone olmayan, yazılarını ve özellikle “Sonunda yazdım; neden hep yazacağımı” sunuşuyla yazdığın “YAZMAK NEFESİM OLDU” başlıklı yazını okumamış olanlarının da hayranların olmasını sağlayacaktır herhalde. Ne diyelim? Allah hayranlarını ve okuyucularını daha da arttırsın ve her şey çok güzel olsun inşallah!
Yirmi yaşında Tıp Fakültesi beşinci sınıf öğrencisiyken Varlık Dergisinin "Gençlik Öykü Yarışması"na gönderdiğin dosyalarının "Gelecek vaat eden 10 dosya" arasında olması, yolunun ilk adımında ilk ödül ve onur sayılmalı. Ne güzel öyle başlamak!
Bir edebiyat eleştirmenine gönderdiğin öykülerin hakkında eleştirmenin "Bir karar vermelisin; ya iyi bir edebiyatçı ya da iyi bir doktor olabilirsin. İkisini birden iyi yapman mümkün değil" demesi üzerine iyi bir doktor, hatta akademisyen olmak hayalini gerçekleştirme yolunda yürürken yazmaktan vazgeçmemenin ne kadar doğru olduğu da bugün anlaşılıyor. Olasılıkla o edebiyat eleştirmeni, Profesör unvanına ve de Oscar Pfister ödülüne sahip olan Amerikalı psikanalist, psikiyatrist, psikoterapist ve yazar Irvin David Yalom’u tanımıyordu…
“Radikal İKİ” ekinde çıkan yazılarını okumuş ve paylaşmış şanslı kişilerden biriyim ve bunların kısa yollarını kişisel web sayfamda paylaşmıştım. Bugün o yazılara erişimin mümkün olmadığını ve bu nedenle blogunda tekrar yayımlamanın uygun olacağını anımsatmak isterim. Bu bağlamda Hastane dergisi, tabip odası dergisi ve bazı yerel dergilerde çıkan yazılarını da blogunda tekrar yayımlasan iyi olur derim. Bu arada Denizli Tabip Odası kitabı olarak basılan Fırtınalar (2009) kitabının ikinci baskısı da yapılabilir mi acaba?
Öykülerini ve şiirlerini inceleyen biri öykücü, biri şair iki ünlü edebiyatçıdan şair olanın öykülerinin dikkat çekici olduğunu ve o yolda devam etmenin gerektiğini söyleyip; öykücü olanınsa şiirlerini beğenip, öykü yazmayı bırakmanı önermesi üzerine özgüveninin zedelenmesinin yanlış olduğunu, benim gibi, geldiğin noktada seni tanıyan dostların, hayranların ve okuyucuların düşünürler ve bundan ders alırlar herhalde. Öte yandan haftanın bir günü, Ankara'ya otobüsle gidip aynı gece dönerek öykü atölyesine katılman ve nispeten yapılandırılmış eğitim alman da güzel bir örnek ve tüyo…
DEVAMI VAR…
Göksel’im,
Yazma serüveninin orta ve son dönemlerine biraz tanıklık etmiş biri olarak yazını nasıl geliştirdiğini görüyor ve bundan büyük bir mutluluk duyuyorum. Hayat, varılacak hedef değil bu hedefe giden yol ise eğer, senin yazı hayatın, oldukça özendirici ve yüreklendirici görünüyor. Son kitabını okumayı da heyeceanla bekliyorum sevgili dostum. Duyarlılığın ve başarıların daim olsun. Nazan Çobanoğlu
Yazarlık serüveniniz gerçekten heyecan verici ve azim örneği. Sonbaharda sahneleri süslemenizi bekliyoruz
Kerrar KAPTAN