Yoğun bir günün ortasını ettim. Darısı diğer yarısına…
Dün ilk dersin coşkusuyla onu anlatsam da Madame Butterfly operasını anlatmayı unuttuğum sanılması. Olağanüstü bir görsel ve işitsel şölendi. Çok uzun zamandır hissetmediğim kadar geniş bir yelpazede duygu çeşitliliği tattırdı bana.
Sizlerle paylaşmak için videosunu aradım. Birkaç tane var. Buraya almadım. Metropolitan Opera’da iki gün önce izlediğimle karşılaştırınca elim varmadı. Müzikleri hepsinde muhteşem… Ancak beni etkisi altına alan görselliğin sade ve çarpıcılığıydı. Bu videolarda hızla sona gittim ve çocuk sahnelerine baktım. Hepsinde küçük bir çocuğa rol verilmişti. Oysa benim vurulduğum geleneksel Japon tiyatrosunun bir ögesi olduğunu öğrendiğim Bunraku Kukla Sanatıyla o çocuğa sahnede can verilmesiydi. İnsanın yaratıcılığı sınır tanımıyor. Bunun en net görüldüğü ortam da sanat olmalı. Teknolojiyi saymazsak ve ikisi nasıl da birbirinden farklı kulvarlar…
Sadeliğin nasıl bir görkem sağlayabileceğinin güzel bir örneği oldu. Unutulmazlarım arasına katıldı. Aşkı, umudu, gelgitleri, umudu son ana dek kutlamayı, hüznü, kahrı, vedayı, vazgeçişi ve gidişi… Her birini ayrı ayrı yüreğime işledi. Müzik ve konunun işlenişi birbiriyle bütün ama her biri kendi alanında şaheserdi.
Burada en azından Maria Callas’tan “Un bel di vedremo” aryasını dinleyelim. Gerçekten muhteşem bir performans… Leyla Gencer ile tatlı tatlı (dışardan bakınca en azından) çekiştiklerini de bilince ona bir dönüp bakmak, dinlemek gerek diye düşündüm. Bir de aryanın “Güzel bir gün gelecek” dediğini öğrenince, o güzel günleri beklediğim bir zamana denk gelince. Aslında haksızlık yapmayayım, o güzel günü beklerken atalet içinde değilim. Evet, özlemlerim var ama bu sırada da geçen her günümün güzel olduğunu biliyorum. Öyle yaşıyor, değerini veriyorum.
Aynı gün eşimin öğrencilerinden oluşan küçük grubunun buluşmasına katıldım. Bir tür alternatif akademi… Birlikte okuyor, tartışıyor, araştırma planlıyor, yapıyorlar. İmrendiğim, örnek aldığım bir süreç yaşıyorlar. Birbirlerinden öğreniyorlar. Unvanların silindiği, deneyime ve ustalığa duyulan saygının kendini her aşamada ince ince hissettirdiği bir bağ… Bir parçası olmaktan hem onur duydum hem de katkı sunabildiğimi görmekten gurur duydum. Sosyoloji öğrencileri ve eski öğrencilerinden oluşuyor. Beden ve metalaşması konusunu makale üzerinden tartıştılar. Teknoloji de çalışan bir ekip. Güzel çalışmalara imza atmışlıkları var daha şimdiden. Ben de onlara beden, tıp üzerinden bazı görüşler, açıklamalar sundum.
Bunlar arasında yapay zekâ da vardı. Salgında hastalarla ilgilenmeye başlar başlamaz bir şey dikkatimi çekti: Klinik değerlendirme, radyoloji bulgularına göre ayırıcı tanı konması, hatta tedavi bile bir akış şeması içinde; buna algoritma diyebiliriz. Yapay zekâyla ilgilenenlerden dinlediklerimle tekniğini bilmesem de programların algoritmalar üretme temeline dayandığını biliyordum. Öylesi az bilgiyle ve şu şu olursa bu şeklinde akış şemaları (rehberler) kullanarak yolumuzu buluyorduk ki bunu yapay zekâ pekâlâ yapabilir dedim. Çok kişiye de söyledim. Sonra Güney Kore’de çalışıldığı, ülkemizde proje verildiği haberlerini duydum. Aklın yolu bir… Yapay zekânın, robotların tıpta bizim yerimizi alıp alamayacağı uzun zamandır tartışıla gelir. Ben de insan insana ilişkinin yerini tutmasının çok zor olduğu görüşündeydi, halen de öyle düşünüyorum. Ama kafamda bir konumlandırma ilk kez oluyor. Bu işin büyük bir kısmını yapay zekâ yapabilir. O kısmını seve seve vermeye hazırım. Özellikle de kendisine bulaşma riski olmadan robotların, yapay zekâ sistemlerinin ekip kurarak ve cansiperane çalışabileceği bir aşaması var. Bu sırada bizler koordinasyonu sağlayabiliriz. Deneyimimizi ve bilgi birikimimizi onları geliştirmede kullanabiliriz. Olup bitene dışarıdan bakıp daha kolay dersler çıkarabilir, yayınlar yapabilir ve daha çok insana yararlı olabiliriz.
Öte yandan bütün zamanımızı ve gücümüzü salgın ve bu virüs ile kapladık diye diğer hastalıklar nedeniyle arka planda kalan, salgın korkusuna dışarı çıkıp, hastanelere gelemeyen hastalarımıza ilk değerlendirme yapılıp virüs olmadığı saptandıktan sonra eski tıp pratiğimizde, zaman ayırarak, sorununu çözmeye odaklı bir tıp uğraşı sergileyebiliriz. Bir haberde, anjiyo sayılarında önceki dönemlere göre %70’e varan azalma olduğunu okudum. Kalp hastalığının azalmasını sağlayacak bir bilimsel gelişme olmadı bu sürede. Ayrıca bazı hastaneler pandemi hastanesine dönüştüğü için diğer yakınmalara sahip kişilerin sağlık yardımı almaktan çekindiği, geciktiği konuşuluyor. Gecem gündüzüm kalmadı, her saat, her gün eski hastalarım telefon edip “Malum gelemiyoruz, şu ilacı ne yapayım, bu sorunum için ne alayım?” soruları soruyor. Tele-tıp yapacaksak onun sistemi kurulu değil, yine el yordamı işler… Bütün bu konularda bir düzenleme yapılmalı.
Bu salgını atlatana dek ve sonrasında da daha yapacak çok iş var. Olup biteni iyi gözlemeli, sonuçlar çıkarmalı, tasarılar yapmalı, yeni düzenlemelerle daha iyiyi yakalamalıyız. Belki yeniden gelecek salgınları olacak aynı virüsün. Hazırlıklı olmalıyız.
Bu arada Venedik’te kanallardaki sular, yıllar içindeki en temiz haline erişmiş.
Doğa bize durun, dedi, mesajlar veriyor. Bu mesajları doğru okuyabilmek için aklımız, duyu organlarımıza, duygulara ve sezgiye; hepsine ve dozunda gereksinimimiz var. Şimdi hepsini birden parlatma zamanı. İşleyen demir ışıldar.
Güzel bir ve birden çok gün gelebilmesi için…
©Göksel Altınışık Ergur
Sevgili Göksel'imiz,
Tekrar Merhaba.
Harika yazını gene keyifle okuduk ve çok beğendik. Kutluyoruz ve teşekkür ediyoruz. Emeğine ve yüreğine sağlık. Yaratıcılığına hayran olduğumuzu belirteyim ve yorumu uzatmayayım. Ancak şu kadarını yazmak istiyorum. Yazının sonunda "Doğa bize durun, dedi, mesajlar veriyor." demişsin ya, Salgının mevki, sınıf ve ırk farkı gözetmeden tüm insanları hedef aldığını göz önüne alınca, ben doğanın o mesajını "Dünyanın bütün insanları! Birleşin!" diye okuyorum.
Ne dersin?
Kendine iyi bak, selamlar, sevgiler, kolaylıklar, sağlıklar ve başarılar…
🙂 🙂 🙂